TOPLUM BİÇİMLERİNİN GELİŞİMİ
Kitap ilk olarak Kasım 1970’de, Kıvılcımlı yaşarken yayınlanmış. Ekim Yayınevi, Ankara, 256 sayfa olarak yayınlanan bu kitap, Kıvılcımlı’nın yönettiği yayınevleri dışında basılan az sayıdaki kitaplarından biridir. Bildiğimiz gibi Kıvılcımlı’nın, eserlerinin, çalışmalarının büyük çoğunluğu, çok kısıtlı olanaklara rağmen, 1930’larda itibaren, bizzat kendisinin kurup, yönettiği, yayın politikasını belirlediği yayınevlerinden de basılmıştır. Ayrıca bu kitapla birlikte yanı 1970 sonuyla birlikte Kıvılcımlı yaşarken basılan kitapların sonuna gelinmiştir. 1930-1970 arası 40 yıllık bir sürede yayınlamış olduğu binlerce sayfa, onlarca kitap…
Daha sonra değişik zamanlarda, değişik yayınevlerince kitabın baskıları yapılmıştır.
Kitabın ne anlattığını bizzat Kıvılcımlı’nın kaleminden okuyalım:
“Aşağıda, 1858 yılı yazılmış Grundrisse‘yi 1965 yılı yayınlanabilmiş tarih tezimiz açısından yorumlamayı deniyoruz.” Evet “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” çalışmasında Kıvılcımlı, Marx’ın çalışmasını Tarih Tezi açısından yorumluyor. Kitabın özü bu.
“Toplum Biçimlerinin Gelişimi” kitabı hem yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı son derece ayrıntılı incelemeyi hak ediyor hem de kitaptan yıllar sonra 2000 yılında Süleyman Şaşmaz tarafından, Kıvılcımlı’nın olduğu iddiası ile yayınlanan “Komün Gücü” adlı kitabı inceleyebilmek açısından mutlaka detaylı okunması gerekiyor. İki kitabı karşılaştırmak, öncelikle kullanılan terminolojiler den başlayarak irdeleyebilmek gerekti. Bu yapıldı. “Komün Gücü” tanıtımında bu konuya tekrar döneceğiz. Yapılan karşılaştırmalar sonucunu, kitabın inandırıcılığı, hiçbir orijinal belgesi olmayan, yayınlayan kişi dışında kimsenin bilmediği “Komün Gücü” kitabı ve etrafında dönen tartışmalarla ilgili görüşümüzü yazacağız. Sonuç olarak, “Toplum Biçimlerinin Gelişimi”, Tarih Tezini anlayabilmek için, Kıvılcımlı’nın Tez le ilgili diğer eserleri arasında büyük öneme sahiptir.
Kitabın tanıtımına, Kıvılcımlı’nın bu kitap için yazdığı son derece önemli bilgiler içeren ve bu anlamda çok önemli olan “Önsöz” ü inceleyerek başlayalım. Ayrıca biliyoruz ki bu Önsöz le benzerlikler içeren, sanki bu kitap için yazılmış olduğu düşünülen bir başka Önsöz daha vardır, Arşivde “Tarih Devrim Sosyalizm” kitabının notlarının bulunduğu dosyalarda bulunan bu Önsöz, “Tarih Yazıları” adıyla Kıvılcımlı’nın tarih çalışmalarının derlendiği kitapta bulunmaktadır, oradan bakılabilir. Ayrıca arşivde, ““Toplum Biçimlerinin Gelişimi” ne ikinci baskıya III. Önsöz” başlığıyla, 1 sayfalık Kıvılcımlı’nın el yazısı ile yazılmış bir Önsöz başlangıcı da bulunmaktadır.
Yayınlanmış olan Önsöz’den.
“I
Marks’ın ve Engels’in birinci özellikleri softalığa dayanamayışlarıdır. Uzun tecrübelerden sonra biraz da şaşarak [bu kelime başka baskılarda “çalışarak” diye yazılmış] bir şey öğrendik: “Marksistim” diyenlerin çoğunluğu marksizm softalarıdır. Marx ve Engels’in birinci davranışları softa Marksistlerden yaka silkişleridir. {Hazırlandığımız baskıda bu son cümle eksik yazılmış, cümle anlamsız kalmış, başka baskıları karşılaştırarak cümleyi tamamladık]
Marks ve Engels’ten sonra gelip de Marksizm softası olmamak çok güç şey. Çünkü Marks ve Engels kertesinde hiç kimse hayatının tümünü kıyasıya araştırmalara ve dövüşmelere verememiştir. Bu
iki insan, kendi çağlarına gelinceye dek, hiçbir düşünürün ve devrimcinin yapamadığını yaptılar, insanlık kültürünün paramparça ve tepesitaklak duran ulu ehramını [piramidini] tabanı üzerine oturttular. Teori ile pratiğin, birlikte ve tümüyle, bütünlüğünü yarattılar.
Bu muazzam işi tek iki insan başarabilirdi. Antik çağda olsalar yaptıklarına muhakkak mucize denecekti. Her mucizeyi gösteren insan, Marks ve Engels’e gelinceye dek, insanüstü bir varlık sayıldı, tanrının seçkini, peygamber oldu. Tarihte Marks ve Engels ilk defa bütün mucizelerin insan yaratığı olduğunu ispatladılar. Bunu yapmakla da kendi emeklerinin insancıl çabadan başka birmşey olmadığını gösterdiler. Mucizeleri buydu.
Onların, bu düşünce keşfini başardıktan sonra kalkıp da kendilerini tanrılaştırmaları yahut pevgamberleştirmeleri olamazdı, böyle bir durum bütün yaptıklarını elleriyle yıkmaları olurdu. Onun için ne düşüncede ve ne de davranışta küçülmediler. Tanrıyı da peygamberi de içlerinde buldular ve duydular. Yaratıcılığı ve yaratıcılığın ortalığa yayılışını ve elçiliğini en yüce kertesiyle düşünce ve davranışlarında yankılattılar.
Marks’tan ve Engels’ten sonra çok Marksistler geldi. Onların yaratıcılık (tanrıcılık) ve elçilik(resalet) düzeyine bütün ölçütleriyle çıkabilmiş, ancak ne yazık ki yeterince yaşayamamış olan, tek kişi Lenin’dir. Onun için Lenin dışında sayıları yüzbinleri aşan Marksistler Marks’ı her zaman çok geç ve çok güç olarak anladılar. O yüzden eksik anladılar.
Marks ve Engels’in hem eşsiz kültür yükünü ruhlarında bulamayanlar, hem eşsiz savaşçıl davranışlarını bedenlerine yükleyemeyenler Marksist geçinmişlerdir. İster istemez softa kaldılar. Bir insan softa ise, Marksist veya medreseli olması pek fark etmez. Marksizm, evrenin en dokunulmaz keskinlikte diyalektiğidir. O, ham ruhun ve ödlek davranışın kompleksli kişisi çapına indirilemez. İndirilirse Marksizm skolastiğe çevrilmekten kurtulamaz. Skolastik Marksistler’in boyutları başka türlüsüne elvermez.
Marks ve Engels’ten sonra dün, bugün piyasayı tutmuş “büyük” Marksistlerin başlarına gelen hep bu sakıncadır. En az Marks ve Engels kadar, bütünüyle gelmiş geçmiş insan kültürünü düşünce dağarcıklarında sentezleştiremezler; en az Marks ve Engels kadar davranış işkencelerine seve seve göğüs gerip katlanamamışlardır. Böyle kimselerin bilimsel sosyalistlikten, Marksistlikten kolayca ve rahatça bahsedebilmesi çok görüldü. Yeryüzünde işçi sınıfının ve insanlığın başına yağdırılan teorik ve pratik felaketlerin baş kaynağı öyle kişiler oldu.
Ne var ki, anlatmaya çalıştığımız gibi, bu durum kaçınılmazdı. Toplum için allahlar, tanrılar tarih öncesinde kalmıştı. Peygamberler, yalvaçlar Hazreti Muhammed’in pek yerinde belirttiği gibi, kendisiyle birlikte sona ermişti. Sınıflı toplum, çıkarcılığı ve çıkarcılıkta ustalaşıp uzmanlaşmayı insan türünün iliklerine dek işlemişti. Sınıflı toplumda kimse, Marks’ın ve Engels’in değerinde olsa bile, onların katlandıklarına katlanamazdı. Kimse, yaşantısını düşüncesine peygamberce kurban edemezdi. Öyleyken, ortaya gene de bir Marks ve bir Engels çıkabildiyse şükredelim. Birinci Cihan Savaşı patlamasaydı, Lenin bile Batı Avrupa’nın kültüre boğulmuş vurdumduymaz şehir izbelerinde, kainatı beğenmeyen dik kafalı bir nihilist damgasını yer, şeytanın bile duymadığı köşesinde toz olup giderdi.
II
Marks bizden tapınç konusu olmayı değil, anlaşılmayı bekledi ve bekliyor. Daha doğrusu, Marks bizden hiçbir şey beklemiyor. Marks hiç kimseden hiçbir şey beklemedi, kendisi için… Ancak, şu insan denilen yaratığın sınıflı toplum medeniyetiyle uğratıldığı onmaz kurnaz hayvanlıktan kurtulmasını pek candan istedi. O istek uğruna kendisini verdi. Kendinden sonra gelenler de Marks’tan her şeyi, hatta geleceklerin buluşlarını isteyememelidirler.
Antik tarihte, ölü parçacılıktan üstün, dinamik bir bütünlük bulunduğu yüzyıldan beri sezilmişti. O sezi ile yazılmış araştırmaların bir bölüğünü, Tarih, Devrim, Sosyalizm ve ilh. Kitaplarını, ancak 1965 yılı yayınlama fırsatını bulduk.
Beklenebileceği gibi orada konulan tarih tezi bir zindan kuyusunun duvarına vurulmuş yumruğa benzedi. Yankısız kaldı, emperyalizm çağına girmiş kapitalizmin her sosyal araştırmayı kültür kargaşalığına getirerek baltalayan kasıtlı körlüğünden ve sağırlığından daha olağanı aranamazdı. Onun skleroza uğramış çökkün beyninden başka tepki beklenemezdi.
Tarih tezini sosyalist dünya da olmamış saydı. İktidara gelmiş bir sosyalist düzenin kendine göre ideolojik yeterliği vardı. Lenin’in değil, Marks’ın bıraktığı yerden daha ileriye gitmek bir ihtiyaç olmuyor, tersine ürküntü yaratıyordu. Böylece, Marksizm kertesinde diyalektik bir doktrin, öğrencileri önüne konulmuş ve ezberlenmiş kalıyordu.
Geliştirilmeyi bekleyen teorik ve pratik problemlerle mi karşılaşıyoruz? Kendi kendisine yeterli bir dogmatizm, otorite arıyordu. Objektif gerçeklikler ve somut araştırma sentezleri dışında otorite sırf mevki, rütbe veya tanınmışlık, ün yahut geçerli poz takınmak anlamına geliyordu. Böyle bir otorite taslayışı, skolastik dışında her tepkiye engel oldu.
Acı da olsa görmezlikten gelinemez. Sosyalist teorisyenler ekonomik, politik ve edebi otorite dışına çıkamaz hale geldiler. Dogmatizmin kaçınılmaz beyin kireçleşmesi başlamıştı. Marks’ın bir konu üzerine söyledikleri varsa, ne âlâ. O sözler, metinlere oldukça sadık kalınmaya çalışılarak, aktarılıyordu. Eğitim görmüş işlek medrese bilgini çabaları tatlı tatlı döktürülüyordu.
Marks o konuda söylenilmemiş bir nokta görüp ileride araştırmayı mı not etmişti? O notun anlamını bile tartışmak kutsallığa aykırı tutuluyordu. Sırf sözde Marksizm’in yanılmazlığını ispatlamak erdemi ağır basıyordu. Bu erdem bir patrik latası gibi sırtlara giyilerek, sarsılmaz büyüklüklerle susuluyordu.
Marks’ın Antik Tarih konusundaki araştırmaları, bütün teorik derinliğine rağmen, tamamlanmamış bir eserdir. O zamanki verilerle tamamlanabilmesine de imkan yoktu. Bu yüzden, Marks gibi, Engels de yayınlamak istemedi. Kautskilerden ise böyle bir şey zaten beklenemezdi. Üstünden yüz yıla yakın zaman geçtikten sonra, tam da evrenin yüzünü değiştiren Stalingrad savaşının kızılca kıyametleri ortasında bu araştırmalarla kim uğraşacaktı?
Sovyet bilginlerinin her sosyal araştırması, en demokrat ve hürriyeti seçmiş Batı dünyası için içinden yedi başlı ejderha fışkıracak bir kapalı kutu idi. Marks’ın Grundrisse incelemesi üzerine bir Sovyet araştırması varsa bile duyulamazdı. Hele Türkiye kendi kömür perdesi ardında saklambaç oynamaktan, demir perde arkasını işitmeye vakit bulamazdı.
Batı’nın sosyal bilimler alanında oynadığı bu “görmek istemeyen körlük” rolü, sahici körlükten daha aşırıca görmezlikler yaratıyordu. Batı, Toynbee ayarında Entelijans Servis’in doğucul sosyalizm sektörünü yaratmıştı. O sektörde teorisyen geçinen burjuva ideologlarına rahatça at oynatacakları bomboş alanlar bırakılmıştı. Bizim, “Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor” eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna, hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz pahalı, toptan perakende satmakla yetindi.
Böylece Antik tarih üzerine açılan her problem ölü noktada örtbas edildi. Bu nokta mezara çevrildi. Bu mezarın kapıları İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra ansızın açıldı. İçinden hiç umulmadık canlılıkta geri kalmış ülkelerin akıncı eğilimleri fırladı. Bunlar Çin’den Afrika’ya, Küba’ya dek Antiklik ve egzotiklikten başka değerlerine metelik verilmeyen yeryüzü ülkeleriydi.
Geri ülkeler, klâsik burjuva mukaddes ve muazzez “KİŞİ MÜLKİYETİ” prensibine metelik vermeksizin, doğru sosyalizme akın etmişlerdi. Avrupa yeni bir “ULUSLARIN GÖÇÜ”ne uğramışa döndü. Hayat gibi kültürün de bütün değerleri sarsıldı. Avrupa, yeryüzünün beş yüzyıllık “ÖZEL TEŞEBBÜS” cennetiydi. “HÜRRİYET İÇİN HÜRRİYET” aşığı geçiniyordu. Oysa, Batılı kapitalizm sürülerinin dışında, 7 bin yıllık Antik tarihi doldurmuş, kaçınılmaz bir dünya yatıyordu. Geri ülkeler o dünyanın ölmezliğini güneşin altına çıkarıyorlardı. Ayaklanıyorlar, şahlanıyorlar, sosyalistleşiyorlardı. Bu neydi?
Soruya karşılık Çin’den Mısır’a, Cezayir’den Küba’ya dek bir davranış çıkmıştı. Tümüyle sömürge ve yarı sömürge yığınları sosyalizme geçiyorlardı. Ancak, zenginliğe boğulan Avrupa’nın kuşa döndürülmüş sosyalizmine benzemeyen bir olaydı bu. Fukaralıkla bunalmış geri ülkelerin beklenmedik zaferleri sosyalizm kazancına giriyordu. Batı dünyasının sağlı sollu bilginleri gözlerini faltaşı gibi açtılar.
Marksizm’e içten inanmış, Batılı sol düşünürler vardı. Sömürgeler dünyasındaki gidişin sırrını aramaya koyuldular. Marksizm metinlerinde üzerine oturtulmuş bir işaret bulunup bulunmadığına eğildiler. Samimi idiler. Müslüman kişiler, uçağı ve radyoyu Kur’an ayetlerinde daha önceden belirtilmiş görmüyorlar mıydı? Kimi Marksistler de, o saf ve iyimser düşünüş ile, Marks’ın dışında “hakikat” bulunamayacağına inanmışlardı.
Hakikatı buldular. Marks’ın İkinci Cihan Savaşı ortasında gürültüye gelmiş Grundrisse (Kapitalizm Öncesinde Mülkiyet Biçimleri) yazısı ortada idi. Orada, Doğulu ve Asyalı bir üretim ve mülkiyet biçimi konu ediliyordu. Şimdiki Doğulu Asyalılar dünyanın altını üstüne getirecek atılışa kalkmışlardı. Onları anlamak için Marks’ı okumalıydı.
Marks’ın Grundrisse‘si ilkin İngilizce’ye (1965 yılı) çevrildi. Aynı y ılın Mayıs ayında Fransız Maurice Godelier, “Asyalı Üretim Tarzı” üzerine Cezayir olayını yerleştirmeye çalıştı. Türkiye’de “Tarih, Devrim, Sosyalizm” ve “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme ilk Geçiş: İngiltere” kitapları, Avrupa’da olanları bilmeksizin 1964 kışında matbaaya verildi. 1965 baharında basımı biterek piyasaya çıktı.
Türkiye’mizde özellikle solcu veya sosyalist, hatta koyu Marksist olan kişilerimizin bir güzel huyları vardır. Dünyanın yedi iklim dört bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar. Batıdaki yazıları Türkçe’ye çevirmek için can atarlar. Türkiye’de kendi içlerinden biri aynı konuları işlemişse, yüzüne karşı “vallaha bilmem” derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler.
Gün, 1967 yılının 10. ayı. Beyoğlu’ndaki kitapçı ISEA dergisini getirtmiş. Fransız Marksologları orada Grundrisse‘yi yayınlamışlar. Dürüstçe, olduğu gibi metni vermiyorlar. Kimi yerlerini atmışlar. Kimi cümlelerini paşa keyifleri öyle dilediği için sulandırmışlar. Demek Marks’ı böyle aktarış Marksologluğun şanındanmış. Marks’ın bir ömür koyu kan kusarca savaşarak edindiği düşüncelerine bir saygısızlık sayılabilir bu ISEA tercümesi. Gene de onu elimizden atamıyoruz. Bir de İngilizce’si var. O daha dikkatlice, İngilizce ve Fransızca’yı çetrefil yerlerde karşılaştırmaya gittik.
Aşağıda, 1858 yılı yazılmış Grundrisse‘yi 1965 yılı yayınlanabilmiş tarih tezimiz açısından yorumlamayı deniyoruz.
İlk karşımıza çıkacak tepkiyi biliyoruz. Türkiye gibi horoz ötmez, gün batmaz bir ülkede, ne idüğü belirsiz bir adı işitilmedik kişi tarih tezi uydurmuş. Şimdi de tezini Marks’la karşılaştırıyor. Bu ne cür’et? Kendini beğenmenin gülünçlüğü ilh…
Kendimize diyalektik materyalistçe düşünme görevini ve hakkını yasaklamaya kırk yıldır katlanamadık. Batılı veya Doğulu büyük Marksist otoritelerin bu konuda ne diyeceklerini öğrenmek isterdik. Onlarınsa, pek küçük ve geri ülkelerde, olaylar dururken, düşünceleri ele alıp uğraşmaya vakitleri yok. Onun için, dünyamızın bir sapa bucağında çalışmakla yaşamaktan başka bir suç işlemediğimizi sanıyoruz.
Biz araştırmamızı bitirdiğimiz gün Grundrisse Türkçe’ye çevrildi. Ne var ki, Grundrisse‘de tezimizi değiştirmeye yol açacak bir tek satır görmedik. Grundrisse‘yi Türkçe’ye çeviren şöyle bir cümle yazmış:
“Diyalektik metodu Marks, yalnız kapitalizmin değil, insanlık tarihinin bütün dönemlerinin tahlilinde uygulamıştır.”
Bu cümlede iki yanıltı göze çarpıyor:
1- Önce, Marks, diyalektik metodu, bütünüyle kapitalizm üzerinde uyguladığı kadar, bütün tarihe uygulayacak vakit bulamamıştır.
Bu hakikati Marksistler’in yalanlamaları neye yarar? İslamlık’ta “içtihat kapısı kapanmıştır” diyen bir softalık vardır. Büyük mezhep kurucularından sonra yeni hiçbir şey söylenemeyeceği anlamına gelir. Böyle bir anlayışı Grundrisse‘nin kendisi kabul etmiyor. Marks şöyle notlar koymuştur:
“Bütün bunlar üzerine, daha ayrıntılı ve daha derinleştirilmişolarak, yeniden dönülmelidir.”
Türkçe tercümesinde bu anlam biraz gölgelendirilmiş. Nitekim metin içinde de tercüme gölgeleri arasıra yanlış, hatta ters anlam karanlıklarına dek düşmüş.
2- Marks “insanlık tarihinin bütün dönemlerine” diyalektiği uygulayamazdı da. Erken ölüşü bir yana, sağlığında Morgan’ın Tarih öncesini bile yorumlamaya yetişemezdi. O zamandan beri arkeoloji ve benzeri bilimler henüz “insanlık tarihinin bütün dönemlerini” ancak açıklamaya çalışabiliyor.
Sermayenin kişicil mülkiyeti, hangisi ortak mülkiyet biçimlerinden nasıl doğdu? Grundrisse, yalnızca bunu inceler, bütün tarih dönemlerine o açıdan bakar.
III
Marks’ın Grundrisse‘yi kaleme aldığı günler Irak, Mısır, Hint, Çin medeniyetlerinin kadim köklerinde Kentin oynadığı ana rolü belirtecek materyal yetersizdi. Ne var ki, bugün o konuda ortaya çıkmış yeni elemanları yok saymak, en azından tarihcil maddeciliğe karşı (Marks’ın da, Engels’in de en iğrendikleri) ikiyüzlüce bir dalkavukluk yapmak olur. Diyalektik maddeciliği medrese skolastiği ile karıştırmayan her araştırıcı olaylara göz yumamaz.
Marks’ın 1858 yılı belirttiği ortak mülkiyet karakteristikleri gerçek değil midir? Yerden göğe dek gerçekliğin ta kendisidir. Ancak, bu karakteristiklerin gölgeli yerleri Marks’ın kendi eliyle koyduğu notlarda okunuyor. Marks’ın da, ondan sonra Engels’in de yaşadıkları sürece Grundrisse‘yi yayınlamamış olmaları o bakımdan düşündürücüdür. Bu iki insan o dahiyane incelemelerdeki derinliğerağmen, eksik bir şeylerin saklandığını sezmiş gibidirler.
Açıklamış olalım. Türkiye, “obscurantisme” denilen bir Ortaçağ artığı bilim ve bilinç yasakçılığına değnekçilik edenler ülkesidir. İlk defa 1939-1942 yılları 1100 sahifelik iki cilt olarak Moskova’da yayınlanan ve 1953 yılı tıpkı basımı (Berlin, Dietz) yapılan Grundrisse‘nin aslı bir türlü elimize geçemedi. Ancak 1966 yılı Fransa’sının “Uygulamalı Ekonomi Bilimi Enstitüsü” (ISEA) tarafından epey senli benli “Marksolog”ca yapılmış tercümesi (Cahiers de L.İSEA, Aout 1966) 1967 Ekim’inde geldi.
O tarihe dek, Grundrisse erüdisyon [kitabi bilgi] kırkambarında muska gibi saklanmışa benziyor. Üzerinde yayınlanmış (herhalde Batı ölçüsünde) üç etüt anılıyor:
1- E.J. Hobsbawm’un yazdığı girişi ile 1964 yılı, “Pre Capilalist Economic Formations” bölümü İngilizce’ye çevriliyor. (Lawrence and Wishart, London). Aynı metin, 1965 yılı Jack Cohen tarafından New York’ta International Publishers’da yayınlanıyor.
2- Fransız Maurice Gaudelier 1965 Mayıs’ı “Yeni Zamanlar” dergisinde, “La Notion de Mode de Production Asiatique” adıyla bir etüt yapıyor, bu etüt hemen Türkçe’ye çevriliyor. Maksat, 1965 yılı başında yayınlanan “Tarih, Devrim, Sosyalizm” araştırmamızı Marks’tan “habersiz” ve “modası geçmiş” bir çaba gibi göstermekmiş. Aslında Gaudelier’nin yazısı, Marks’ı ve açtığı çığırı anlamaksızın, yalnız “Asya-tipi Üretim” deyimini klişeleştirmekle kalmış, iyi dilekli ama dar görüşlü bir “üstada sadık öğrenci” denemesidir. Türkçe’de yayınlandığı gün eleştirisi yapıldı, fakat basılmadı.
3- Bir de 1966 yılı 2 No’lu “Revista de Philosophie” dergisinde (Bükreş) “Asyatik Üretim Tarzının Varlığı Üzerine” adı ile İ. Natansolin ve N. Simion’un yayını olmuş. Görmedik.
Bildiğimiz bir yan var. Grundrisse‘de yapılan derin araştırma Marksizm arşivleri çerçevesinde aceleye getirilerek incelenirse, orada Marks’ın söylediklerini anlamak, hele aydınlatmak şöyle dursun, yanlış yorumlara dek düşülebilir. Çünkü, Marks’ın yazısını, Marks’ın işlediği elemanlar içinde sınırlı kalındıkça, Marks’tan daha iyi ele alabilecek kimse tasavvur edilemez. Ancak Marks’tan sonra sosyal bilimlerin getirdikleri yığınla yeni olaylar tüm harman edilerek yapılacak, yılları tutan sistemli bir araştırma belki Grundrisse‘nin açtığı çığırdan bir adım ileri gidilmesine yarayabilir.
“Tarih, Devrim, Sosyalizm” ile “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere” adlı iki kitapla, onlarca (hatta kırk) yıllık bir araştırmanın Tarih Tezi’ni bu amaçla özetlemeye çalıştık.”
Kıvılcımlı, Önsöz den sonra kitabın neleri içereceğini, başlığının ne anlama geldiğini, çalışmasının içeriğini çok kısa olarak özetliyor:
“MARKS’TA İLKEL KOMÜN VE TARİH
Bu araştırma üç bölümde toplanıyor: 1- Birinci Kısım, Marks’ın mülkiyet biçimleri üzerine genel deyişlerini oldukları gibi verecek.
2- İkinci Kısım, Marks’ın deyişlerindeki soyut anlamı açıklayacak.
3- Üçüncü Kısım, Marks’ın deyimlerinin somut tarihteki sıralarını izleyecek.”
Bölümlerin alt başlıkları şöyledir:
BİRİNCİ BÖLÜM
MARKS’IN MÜLKİYET TANIMLAMALARI
I-Mülkiyet Nedir?
II- Mülkiyet Biçimleri: Ortak Mülkiyet-Özel Mülkiyet
III-Ortak Mülkiyet Nedir
IV- Ortak Mülkiyet Üretimin Ürünüdür
V- Ortak Mülkiyet Üretimle Birlikte Değişir
VI- “Geçici” veya “Oynak” Ortak Mülkiyet
VII-Avcı Komünde Oynak Ortak Mülkiyet
VIII-Çoban Toplulukta Oynak Ortak Mülkiyet
IX- Sürekli veya Yerleşik Ortak Toprak Mülkiyeti
X- Yerleşik Ortak Mülkiyetin Dört Tipi
XI- Yerleşik Ortak Mülkiyet Tiplerinin İndirgenmeleri
XII- Doğulu Ortak Mülkiyet
XIII- Antik Ortak Mülkiyet
İKİNCİ BÖLÜM
MARKS’IN TANIMLAMALARINDAKİ SOYUT ANLAM
XIV- Doğulu ve Antik Deyimlerinin Eleştirisi
XV-Doğulu ve Romalı Biçimlerinin Benzerlikleri
XVI-Doğulu ve Romalı Mülkiyetlerin Aynılık ve Gayrılıkları
XVII- Ortak Mülkiyet Biçimlerinin Birliği ve Bütünlüğü
XVIII-Ortak Mülkiyetler Birliğinin Şeması
XIX- Despotik Komün
XX- Mülkiyetin Gelişiminde İki Kanun
XXI-Doğulu Kent
XXII- Romalı Kent
XXIII- Toplumun Tarihcil Basamakları
XXIV-Birinci Basamak: Tarımın Keşfi
XXV-İkinci Basamak: Kentin İcadı
XXVI-Üçüncü Basamak: Medeniyetin Doğuşu
XXVII-Kent Medeniyetlerinin Farklılaşma Proseleri
XXVIII-Dördüncü Basamak: Cermen Ortak Mülkiyeti
XXIX- Barbar Cermenlik ve Kentsiz Toplum
XXX- Cermen-Doğulu-Antik Biçimlerinin Kıyaslanması
XXXI-Cermen Toplumu Devletsizdir
XXXII-Slav Toplumu Üzerine
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SOMUT TARİHTE MARKS’IN DEYİŞLERİ
XXXIII-Marks’ın Birinci Sınıflaması
XXXIV- Marks’ın İkinci Sınıflaması
XXXV- Marks’ın Araştırmasını Geliştirme Gereği
XXXVI- İnsancıl Üretici Güçlerin Önemi
XXXVII-Somut İnsancıl Üretici Güçler
XXXVIII-Somut Kişi Gücü
XXXIX- Somut Komün Gücü
XL- Toplumun “Bir Merkezden” Gelişimi
LI- Sosyal Diyalektikte Birinci Terim
XLII- Sosyal Diyalektiğin İkinci Terimi
XLIII- Avene-Pleb-Kliyan
XLIV- Basamakların Somut Tarihle Yorumlanışı
XLV- İlkel Basamak- Dirlik Düzeni- Barbar Salgını
XLVI- Köle-Serf.
XLVTI-Orta Çağ Küçük Ekincisi
XLVIII-Orta Çağ Küçük Esnafı
Yararlanılan Kaynaklar
1-Fuat Fegan, Dr. Hikmet Kıvılcımlı Bibliyografyası, Murat Matbaacılık, Istanbul, Ocak 1977, s.54
2-Fuat Fegan, Dr. H. Kıvılcımlı Arşivi, Yurtdışı Kataloğu (IISH), s.38 ve 46
3-IISH Folder 204
4-Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Köksüz Dijital Yayınlar-Internet. Yazıdaki alıntılar bu yayından alınmıştır.
5-Tarih Yazıları, Köksüz Dijital Yayınlar-Internet