HİKMET KIVILCIMLI VE GENÇLİK…
Kıvılcımlı’nın değişik gazete ve dergilerde Gençlik üzerine yazdığı yazılardan, verdiği konferanslardan derlenerek hazırlanmış bir çalışmadır. Yazılar değişik tarihlerde, farklı yayın organlarında (dergi-gazete) yayınlanmıştır, Aydınlık, Türk Solu, P.D. Aydınlık, ASD, Sosyalist gibi. Çoğunlukla, Kıvılcımlı’nın yönetiminde 67 ve 70-71 yıllarında yayınlanan Sosyalist gazetesindeki yazılarından oluşmuştur. Derlemeye alınan 2 adet konferans konuşması da vardır, ODTÜ SFK-Sosyalist Fikir Kulübü ve Ankara’da FKF-Fikir Kulüpleri Federasyonu lokalinde verilen. Alıntılar, Köksüz digital yayınlarının aynı adlı kitabından alınmıştır. Ayrıca bazı yazıların yayınlandığı Sosyalist gazetelerinden de yazıların orijinal görselleri ektedir. Derlemede bulunan yazılar şu şekildedir:
Yazılardan seçtiklerimizi, kısaca özetleyelim.
Türkiye Gençliğinin Sınıfı Mevkii
1925 yılında, dönemin Aydınlık dergisinin özel gençlik sayısında, Kıvılcımlı, Ahmet Tevfik imzasıyla yayınladığı yazıda, gençliğin sınıfsal konumuna ilişkin kısa ve özlü açıklamalar yapar. Gençliği burjuva, proletarya ve aydın gençlik olarak sınıflandırır. Yazı, 1976’da Atila Türk tarafından hazırlanan Aydınlık Fevkalade Gençlik Nüshası adlı çalışmadan alınmıştır. Fuat Fegan, “Dr.Hikmet Kıvılcımlı Bibliyografyası” ve “Dr.H.Kıvılcımlı Arşivi Yurtdışı Kataloğu” adlı çalışmalarında da, yazının kesinlikle Kıvılcımlı’ya ait olduğunu belirtiyor.
“Türkiye’de gençlik asırlardan beri keskin bir sınıf kılmayla büsbütün başka iki parçaya ayrılmıştır. Bu gençlerden birincisin kindekiler güçsüzlük, düşüncesiz ve emin, tıpkı kümesteki kaz civcivleri gibi günden güne palazlanmak semirmek için yer ve yaşarlar. Aldıkları terbiye, toprakta yürümek,havada uçmak kabilinden her nevi gösterişi gözetir. Fakat onlar ecdatları gibi yürürken sallanırlar. Sahilden biraz ötede yüzmek kahramanlığından mahrum ve bir kere uçunca mutlaka tepesi üstü düşmeğe mahkum, birer kelimeyle “muvazenesiz, korkak, beceriksiz” dirler. Mamafih ne de olsa karada, denizde, gökte görülen hep ancak onlardır. Çünkü sallanışları adeta imtiyazlı bir sıfat, cesaretsizlikleri hemân dûr-endîşlik [tedbirlilik], hele sükûtları ise daima kuş tüyünden bir yuvaya olunca pek zararsız olur. Yola çıktılar mı önlerinde yüzlerce uğur, arkalarında binlerce göz, sağdan, soldan yağmur gibi teşvik, teşcii yorulur. Biraz yükselseler alkış tufanı bir memleketi boğar, düşseler -ne gariptir- herkes onlara acır: “devlet düşkünleri”. Bunlar (yüksek tabaka burjuva) evlatlarıdır. Babaları gibi tufeyli [asalak] geçinirler. İkinci kısım gençlik; uçmayı, yüzmeyi, hatta yürümeyi bile bilmezler. Fakat hiç unutmadığı ve daima mecbur olduğu bir şey var ki çalışmak… Ne ve kim olursa olsun, şu derebeylik diyarının dağında bârgir, çölünde deve, tarlasında öküz, ağılında koyun, köyünde köle, şehrinde kul olur. Çekilip binilir, sürülüp sağılır, azarlanır, dövülür; kanı pahasına çalıştırılır. İsmi cinsi iki yerde sorulur: Biri hudut boyunda barut kokusu yayıldığı zaman, diğeri bir senelik kazancı elinden alınırken. O bunlara: “Canım ve malım sizindir” cevabıyla mukabeleye alıştırılmıştır. Zira Nuh gününden beri arz üzerinde sürünen Hind paryası veya Roma proletaryasındandır. Emekçi-rençber de namı.
Zaman boş durmadı, bu iki tabakadan düşürdüğü parçaları yonta yonta ortaya yeni bir enmüzic koydu: Münevver gençlik.
(Yüksek tabaka: Burjuva) Gençliği: En ziyade ahlâki medhallerde tenkide denir. İktîsadi kıymeti, örselenegelen bir mevki sahibi olmaktan ibarettir. Şuurlanacak herhangi bir diğer sınıf gençlik bu tufeylileri çarçabuk hayatta müstahsil yaşamağa mecbur edebilir. Yani bugün asıl son iki tabaka faal vaziyetine namzettir.
(İşçi Sınıfı: Proletarya) Gençliği: Meşrutiyetten sonra bazı siyasî şarlatanlar tarafından kışkırtılmakla başlayan menfi kımıldanış, yavaş yavaş kırk burjuva, kırk serseri entellektüel tabakalarını hürriyette bırakacak kadar yol almıştır.
Bugün erkek işçileri arasında sapsarı vaadlerden usanıp da sınıfî mevkini hiç olmazsa hissetmemiş pek az saf derunlar vardır. Köylü-kadın işçi katları müstesna olmak üzere bilhassa genç işçi-rençber sınıfının iktisadî şartlarla mütenasiben kemmiyet ve kefiyetçe mütemadiyen genişlemesi, ve tarihî vazifesini idrak hususunda manalı bir uyanıklık göstermesi, mahiyetinde çabuk müsaid cereyanlar açmış ve hakim bir ciddiyetle istikbalini kavramıştır.
Münevver Gençlik: Henüz kendini bulamamış ve tarihi manasıyla cemiyetindeki sınıfı cephesini tutamamıştır. Bu gençlik tanınmayacak kadar tazedir. İlk defa’*’ Çanakkale, Kafkas, Irak, Filistin mezbahalarında mesleği askerlerden daha büyük ve fedakâr kurban ettikten sonra varlığını duymuş ve İstiklâl Harbi akabinden şu âna gelinceye kadar renk renk ihtiyaçlar, hatta mühim tezlerle ortaya çıkmıştır. Umumî Harb’den evvelki darülfünun ayaklanmaları mürteci bir sarıklılar yaygarası, yahut da şişirilmiş bir İttihad ve Terakki balonu gibi blöflerden ileriye geçememiştir. Büyük mekteplerdeki uyanış tabirine uyacak hareketler, mütareke senelerinin tazyikiyle başlar, eyi fena hiç olmazsa canlılığa tekabül eder tezahürler gösteriyor. Mâmafih sınıf “hala” rehbere muhtaç, vasîsiz, koruyucusuzdur. Ona öyle çelikten bir şuur lâzımdır ki, septik ruhunu madde ile doldursun. Ve basit heveslerini yılmaz çalışma merakına toplasın. Bu gençlik yüksek tabakaya güvenmez, zira sûkutu hâyâle uğraması muhakkaktır. Ona badehu eden hizmetçilik etmenin ise şerefsiz bir kölelik olduğunu anlamayacak kadar donuk zekâlı görünmüyor. O halde inkişâf ve mukadderâtı hangi tarafa doğrudur?
Eğer bu sual 1948’lerde sorulsaydı, ihtimal bir burjuva inkılabı kebirinden bahsedilebilirdi. Halbuki bugün herhangi orta bir sınıf için yaşamak hakkı istenirse dev adımlarla cihan inkılabına doğru koşmaktan başka çare düşünülemez. Bu inkılap emekçiler yani (adale işçisi: amele), (dimağ işçisi:inkılâbcı münevver), (fakir köylü: rençber)leri, bir manâ ile (tufeylisiz-çalışkanlar) dünyasını bir an evvel kurmaktır. Mademki Türkiye’nin gergin durmaya gelmediği söyleniyor, bu can alıcı gerilikten kurtulmak için kağnı ve karasabana sarılmak ne kadar cinnetse, dünya inkılabında Türkiye’nin yegane çalışkan ve asri bulunan emekçiler sınıfıyla el ele vermemek ve tekâmülüne engel olmak ondan büyük bir cinayettir.”
Türkiye’de Antiemperyalist Mücadele Kime Karşı ve Kiminle Yapılmalıdır?
Kıvılcımlı’nın, 23 Mayıs 1967’de, ODTÜ SFK tarafından düzenlenen, Ankara’da ODTÜ Mimarlık amfisinde verdiği konferansın kayıtlarından oluşturulmuş bir metindir. Kıvılcımlı, konuşmasında 1935’te yayınladığı “Emperyalizm: Geberen kapitalizm” adlı kitabından alıntılar da yaparak konuyu üç ana başlıkta inceliyor. “Emperyalizm Nedir?”, “Türkiye’de Emperyalizm var mı?” ve “Bu sosyal yapı içinde Emperyalizmin Boyutları”.
Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine
Kıvılcımlı’nın Ankara’da Fikir Kulüpleri Federasyonu-FKF Lokalinde, 30-31 Mart 1967’de verdiği konferanstan özetlerin metnidir. Sosyalist gazetesinde, 5. Ve 6. Sayılarda Mayıs-Haziran 67’de yayınlanmıştır. FKF’li gençlere verdiği bu konferansta Kıvılcımlı, 1965’te yayınladığı “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” adlı kitabında işlediği konuları anlatmıştır. Türkiye’deki kapitalizmi anlatabilmek için Osmanlı toprak sistemini, dirlik ve devamındaki kesim düzenini özetlemiş. Avrupa’da kapitalizme geçiş konusunda ise, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme ilk Geçiş: İngiltere” adlı kitabından alıntılar yapmış. Ayrıca aydın-üniversiteli bir gençlik karşısında verdiği bu konferanslarda, ustalardan Marx-Engels’den ve diğer kaynaklardan alıntılar yaparak konuyu teorik olarak izah etmiş.
Gençliği Azıcık Anlayalım
Yazı, Türk Solu dergisinin 31.sayında, Haziran 1968’ de yayınlanmış. Gençlik hareketinin ivme yaptığı, en hareketli günlerini yaşadığı bir dönemde, Kıvılcımlı şöyle yazar.
“ Hepimiz o yaştan geçtik. Yalnız insan, gençlik çağını geridebıraktı mı, o yaşın bütün zaaflarını ve kuvvetlerini bir an unutamadığı halde hiç hatırlamazmışça sansüre uğratmayı usseverliğin son kertesi sayacak biçimde yetiştirilmiştir.
3 yaşından önceki hayvanlığımızı sansür edişimiz sosyalman mutlaktır. Olsa olsa, ilkçocukluğumuzun, delilik ve hasta mizaç belirtileriyle sembolize ederiz. 30 yaşından önceki insanlığımız öyle değildir. O insanlığımız bütün varlığımız boyunca taptaze yaşar da, biz onu görmediğimize, bilmediğimize hem kendi kendimizi, hem başkalarını inandırmaya çalışırız. Belki de küçük kişi mutsuzluklarımızın ara sıra tepen melankolisi buradan gelir.
Bugünkü gençliğin ne istediğini yaşlılar gençlerden sorup öğrenmeye kalkışıyorlar. Kalın kalın Bakanların, Başbakanların ince tüysüz delikanlılarla başbaşa vererek uzun, kısa tartışmaları bunu sezdiriyor. Gençlik bütün duruluğu ile ve tüm yığını ile ne istediğini bilse, tam bilincine çıkarabilse, bildiğini uygulaması için sözbirliği ile planlayıp öyle bir gerçekleştirirdi ki, nasırlaşmış yahut katırlaşmış yaşlıların ruhları bile duymadan, beş on yıl içinde her şeyi etkisiz devir teslim alır ve dünyamız kansız, silahsız gençleşmiş ve güneşlenmiş olurdu.
Çünkü normal toplumda her kuşak, kendinden önce gelen kuşağın yerini ister istemez alacaktır ve yaş farkının da kendine göre yordamı vardır. Gençlik; en derin düşünceye daldığı zaman bile DAVRANIŞ gücüyle yürür. Yaşlılık; tersine, davranışa kalkıştığı zaman bile sonsuz düşüncelere düşer, gider……
O bakımdan, gençliğe ne yapmak istediği sorulamaz, onun ne yaptığına bakılır. Yaşlılar, hiç değilse gençlerin yaptıklarını düşünebilmelidirler.”
“ İşçi gençliği teşkilatlıdır. Aydın gençlik bilinçlidir. İşçilerin teşkilat sürekliliği ve tutarlılığı, aydınların bilinç tutarlılığı ve ayıklığı ile yalnız paralel değil, kaynaşmış olmayı tek yol biliyor. Buna rağmen gençlik, dünya ölçüsünde üretimin ve toplumun bilimcil düzenlenmesinden doğacak verimliliğive mutluluğu sezmesin mi? Buna olayların çetinliği engel. Bir yanda 100.000 mühendisin altı aylık emeğiyle elde edilecek ürünü, bir kaç dakikada başaran buyurucu aygıtlar milyarderlerin emrinde çalışacak; ötede o milyarderliğin mikroplu leşini ve frengili hırsını sürdürmek için, milyonlarca işçi ve aydın genç aylaklar ordusunda ezilip harcanacak!
Üstelik, köylü 14 yaşında evlenir, işçi 20 yaşında hayat arkadaşı bulur, yüksek öğrenimli 30 yaşına dek maddi (cinsel) ve manevi (sosyal) mastürbasyonlarla yıpranıp, kırkından sonra dünya nimetlerine el değdirebilmek için yahut erkek-kız arkadaşlığını yaşayabilmek için, hacıağayla aynı paralelde giden yetmişlik dekandan icazet bekleyecek. Üstelik, müzeye ve süprüntülüğe aday yığınla düşünce ve doktrin martavallarına papağan edilmek üzere, boğaz tokluğunu sağlamayan burs ve yurt yoksulları uğrunda, parayla sınav ve diploma satabilenler önünde fodlacı silikliğiyle susta duracak…
Dünyada ve Türkiye’de gençlik bu çıkmaza yol arıyor….
Geçmiş çağlarınkinden kıyaslanamayacak kertede bilinçli olan bugünün gençliği, en küçük meselenin en büyük Evren problemi olduğunu unutmadığı ölçüde başarı kazanacaktır.” Diyerek Kıvılcımlı, gençliğe gösterdiği anlayış ve sonsuz güveni bir kez daha belirtiyor.
Kendimize Gelelim: Ya Birleşmek Ya Ölüm
Yazı, 1969 Şubatının 16.günü, Kanlı Pazar olayı üzerine yazılmış ve Türk Solu dergisinin 67.sayısında, 25 Şubat 1969’da yayınlanmış. Amerikan donanmasından 6.Filonun Istanbul’a gelmesini protesto eden gençlere karşı, devlet destekli gericilerce yapılan saldırıda iki genç ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Saldırı dönemin AP iktidarı tarafından CIA kontrolünde gerçekleştirdiği aşikardı. Kıvılcımlı yazısında, bu saldırıyı eleştiriyor ve aynı zaman da da gerekli uyanıklığı, örgütlülüğü göstermeyen gençleri uyarıyor ve bu türden saldırıları püskürtmenin, oyuna gelmemenin, tuzaklara düşmemenin tek yolunun birleşmek olduğunu acı bir dille de olsa belirtiyor.
Ho “Amca” nın Düşündürdüklerinden
Yazı, 2 Eylül 1969’da yitirdiğimiz, Ho Şi Minh’in ölümü üzerine, Kıvılcımlı’nın kaleme aldığı 5 Eylül 69 tarihli ve Proleter Devrimci Aydınlık dergisi Ocak 1970 sayısında yayınlanıyor. Kıvılcımlı, yazısında Ho Amca ya duyduğu sevgi ve saygıyla birlikte, kişiliğini ve mücadelesini anlatarak bizlere onu tanıtır. Kıvılcımlı’nın en çok bilinen yazılarından dır.
“İnsan Ortak İnsan Emeği ve Sahip çıkanlar
Ho Şi Minh öldü mü? Bir insan son soluğunu verdi. Yeryüzünde her an bir insan son soluğunu veriyor. Bunda yaşayanları dehşete düşürecek bir şey bulunmuyor. İnsan her şey gibi gelir, yaşar, gider. Kendinden az çok bir şey bırakır. Bir çocuk yahut bir anı. Hepsi o kadar. Milyarlarca insan kollektifi içinde, kollektife adsız bir emek izi bırakmayan yoktur. Ve sahici insan da budur.
Milyarlarca insan arasında, bir kişinin öldükten sonra da kendisinin olan “Özel Mülkü” maskaralığına düşmeksizin dünyaya gelmek. Ömür boyunca milyarların adsız emeğine bir adsız emek daha yaratıp katmak. Sosyalizmin, milyonlarla Tarihöncesi yılları böyle geçmiş. Kimse milyarlarca insan içinden sivirilip kendi övülen yahut yerilen damgasını bir şeye vurmamış. Modern sosyalizm insanı niçin o gerçek rahatlığa kavuşmasın? Çünkü “Özel Mülk”, yalanı gelenekleştirilmiş. Her millette, yedisinden yetmişine her insanın şakıdığı kıvrak dil kimin “özel mülkü?” Düşünürken, davranırken, anlaşırken, sevişirken konuşulanlar, hangi “Dahi” yaratıcının “kişicil damgası”nı taşıyor? Hiç kimsenin ve herkesin. Gerçeklik bu.
Son, o milyonlarca yıllık insan topluluğunun milyarlarca adsız emekleriyle yaratılmış, doğanın en güzel varlığı insan dili hazinelerinden birkaç mücevheri kurnazca çalmış, babasının malı gibi satmış sivri kişileri düşünelim! Artistleri, romancıları, edebiyatçıları, filozofları, bilginleri, şairleri, daha bini bir paraya “aydın kişi” leri, politikacıları, komutanları, ve ilh., ve ilh. demek istiyoruz… Hep aynı kural: Milyonlarca insan yaratacak, birkaç “sivri” benimseyecek!
Bezirgan ekonomi soygunundan önce, öyle “sivri insan”lar yoktu. En güzel halk havaları “kişi” olarak kimin malıdır? Bilinmez. Bezirganlıktan (Sınıflı Toplumdan), hele “Modern” kapitalizm’den beri insan istekleri azdılar. “Şu benimdir” demek için yapmadık kalpazanlık bırakmıyorlar. Kendileri yok oluverdikleri gün neyi alıp götürebilirler toplumdan? Hiçbir şeyi. Saatlerce katafalkları önünden kalabalak kervanları da geçse, altından tabutları ehram kaleleri içinde de saklansa, onların milyarlar içinde bir adsız emeği, enerjisi varsa o kalmıştır. Onu da, varsa ve kaldıysa, ne kendisi, ne başkası bilemez.
Kamu Ermişliği ve Ho Şi Minh
İnsanlık tarihi içinde her zaman bu sosyallik değişmez kalmıştır. Sosyalizm, önünde sonunda “özel kişiciliğe” ağır basmıştır. Ho Amca’ya ne mutlu. Böyle önsüz ve sonsuz bir sosyalizm çabası içinde, en gerçek emeğin adsız ruhu gibi göçtü. Bütün ömrünce, “kişi” olarak, “sivri”liği ile hiç kimseye batmadı. En rezil düşmanı Amerikan Emperyalizmine bile en yalın kat hakkın kılıcı gibi batarken, “tek kişi” olarak değil, bütün bir Vietnam halkı olarak savaştı. Onun için, Emperyalizm ondan aldığı yarayı hiçbir zaman onduramayacaktır.
Onun için, “Ho Amca”nın ölümünde, “yaşayanları dehşete düşürecek hiçbir şey bulunmuyor!” İsa’nın, Musa’nın, Solon’un, Muhammed’in, Marx ve Engels’in, Lenin’in ölümlerinde hiç kimseyi “dehşete düşürecek birşey ” olmadı. Ho Amca’nın ölümü de öyledir. “Özel kişi” olarak o göçtü mü? İsterseniz öyle olsun. İsa’nın, Musa’nın, Solon’un, Muhammed’in, Marx-Engels’in, Lenin’in emekleri milyarlarca kişinin adsız emeği içinde bir kollektif bütün olarak var oldu. Ho Amca’nın emeği de öyle.
Hazreti Muhammed’in çığlığı şu idi: “Ma ene (Ben hiç bir şey değilim) illâ (meğer ki) beşerünmisliküm (sizin gibi insan olayım)!” Marks’ın benimsediği çığlık da şu oldu: “Homo sum (insanım) humani nihli (insancıl olan hiç bir şey yok ki) a me alieum puto (bana yabancı kalsın)!” Ve dünyada, “Baki kalan hoş sada” onlar oldular. Ho Amca’nın tüm ömür çığlığı şurada toplandı: “Ben sosyalistim.Sosyalizmden başka hiçbir şeyim yoktur!”
Onun için “Ho Amca”nın ölümünde “hiç kimseyi dehşete düşürecek hiçbir şey” olmadı ve olamazdı.
Bezirgan Ham Ervahlar
Ama, ölümü herkesi “dehşete düşüren” insanlar yok mu? Çok. Tümen tümen. Hele bezirgân, yani sosyal sınıflı medeniyet patladı patlayalı, yeryüzü irili ufaklı, sürüyle, “yaşayanları dehşete düşürecek” ölülerle doldu. Kendileriyle birlikte karılarını, sazendelerini, askerlerini de aynı mezara diri diri gömdüren Nemrut’ların, Firavun’ların bugün iğrenilen toylukları bir yana, çelik kralları, petrol imparatorlukları yanında rahmetle anılan Antika bön kralları, padişahları, imparatorları artık ciddiye alan iki buçuk “Mukaddesatçı” adlı Finans-Kapital seyyar satıcısından başka kimse kalmadı.
Adım başında “ölümü yaşayanları dehşete düşürecek” sümüklü böceklere basmadan yürünmüyor bugün. En ısmarlama Cumhurreisi, ya da tükürülmüş Milletvekili, kokuşmuş Başkan, Başbakandan, en ciğeri beş para etmez CIA ajanına, yahut “eline dört bin lira geçen 600 lira aylıklı” işkenceci polis hafiyesine dek ortalık “yaşayanları dehşete düşüren” ölüsü kandillilerle kaplı. Onlara sözümüz yok. Onların “Allah belasını vermiş.”
Sözde “Sosyalist” Ham Ervahlar
Şu “bizim” denilen, ortalı kıyılı “Sol”, yahut sağlı sollu “Sosyalist” kesilenlerimizin “yaşayanları dehşete düşürme” özençlerine ne buyurulur? Kimi, 40 yıl yerin altında tırnak ucuyla fiskelemekten usanılan yarım buçuk bağırsak asalağı soğulcan. Kimi, işçi sınıfının gerisinde bırakılanları her sabah hazırca yiye yiye şiştikçe, ne bok olduklarını kimse bilmiyor sananlar. Bunlar “kenefe jandarma yazılmış” leşleriyle “yaşayanları dehşete düşürmek” hevesindeler.
Kimi, kırk yıl izini tozunu şeytan görmemişlerden. “Demokratik” hürriyetçi tatlı su “sosyalist”leri, yahut acı su “reformcu”ları kesilmişler. 27 Mayıs furyasında kellelerine geçiriliveren “köktenci, dönüşümcü, dönük”, “kahramanlık” külahlarına bürünmüşler, çok böbürleniyorlar. Anasının rahmine, çıkar çıkmaz kusan frengili “Veled-i Zina” gibi, “kursak”larındaki çürük çarık düşünce süprüntülerini saçmalayanlar. Saçmalamak uğruna, aylak aristokrat döküntüsü şaşkın ördek ödlekliklerini taşıyor. Gözü Politika çöplüğünde kalarak geberişleriyle “yaşayanları dehşete düşürme” sevdasındalar.
Adsız Ho: Yüce Sosyalizm Muştulayıcısı
Bu çeşit, sosyalizme gübre bile olamayanlara Ho Amca’yı anmak, değmez. O gibileri belki de halâ, “bir türlü sosyalist” sayabilecek temiz işçi, köylü, genç arkadaşlara Ho Amca’yı anmak gerekir. Nedir bu Ho Amca?
Yazık ki ne “Paşazade” ve ne “Çarıklı Köylü”… Nguyen Sinh Huy adlı memurcuğun dölünden. Doğduğu yılı bilen yok. 1890 diyen de var, 1892 yazan da… Ya adı? O büsbütün hem var, hem yok. 15 adından, 10 yaşındaki: Tat Thasih (Umutlu). 20 yaşında Hue Lisesi’nden, Fransa’da bahçıvanlığa geçer. 1914 yılı İngiltere’de süpürgecilik, aşçı yamaklığı yapan Nguyen Al Kuok (Yurtsever Nguyen), 1931 yılı gıyaben idama mahkum edilir ve tam İngilizlerce Fransızlara teslim edileceği sıra Hong Kong Hastahanesi’nde kan kusa kusa ölür!
Evet ölür. Ve doğumu ile olduğu gibi ölümü ile de kimseyi “dehşete düşürmez”. 1945 yılı, Hiroşima’da Atom Bombası patlar. 4 gün sonra Vietnam’a “Genel Ayaklanma” emri veren Ho Şi Minh (Aydınlatıcı Adam), 2 Eylül’de Vietnam Başkanı olur. “Ellerinde çocuklar için şekerleme ve portakallar. Yağmurluğunun havı dökülmüş. Sandalları delik. Kaşları şaşmış. Bakışı çocuksu. Paltosunun tersi ile ağzını siliyor ve hasır üstünde yatıyor. Fukaracık gibi yaşıyor. Lenin gibi davranıyor. Eşkiyalığa çıkmış Eizzeden Fransuva.”
Avrupalı onu böyle görüyor. O Paris’te sömürgeci devlet adamına şöyle diyor:
“Evet, bu işin düzelmesi otuz saniyede de olur, otuz ay da sürebilir. Eğer bizi savaş zorunda bırakırsanız, siz benim on insanımı öldüreceksiniz, ben sizin bir adamınızı. Ama bu paha ile de gene ben kazanmış olacağım.”
Fransız gazeteciyle böyle konuşuyor:
“Dünyaya kendi hürriyetinin edebiyatını vermiş sizinki gibi bir millet, ne yaparsa yapsın, bizde dostlarını bulacaktır; bilseniz Mösyö, nasıl bir hırsla her yıl Victor Hugo’yu yahut Michelet’yi okurum… Bu diller yok mu, onlar insanı yanıltmaz; onlar sizdeki ufak halkın, bizimkine öylesine garipçe benzeyen küçük insanların dilidir… Ah! Mösyö, sömürgecilik insanları böylesine değiştirecek denli kötü mü olmalıydı?”
Ho’nun Evrencil Diyalektik Stili
Ho Amca’yı 1946 yılında, “Ha neredeyse bayılacak” denli cılız haliyle yakından tanıyan Fransız yazarı Jean Lacouture, şu sonuca varıyor:
“İşte, kıvrak yumuşaklık ile dizgin vurulamaz enerjinin, politika muhayyilesi ile prensipler üzerinde sıkı duruşun, yurtsever geleneklere başvuruş ile Marksist inceleyişin o taklit edilemez kaynaşmasıdır ki, Ho’nun orjinalliğini yapar. Bu sentezler sürekli olacaklar mı? Ho’dan sonra yaşayacaklar mı? Otuz yılı aşırıdan beri Dong ve Giap gibi adamları yetiştirmeği bildiği için, ondan başka, Hanoi iktidarına bir kollejyal (elbirliği ile çalışma) karakteri vermeği bildiği için, öyle görünüyor ki, iktidarda kötüye kullanılacak kişicillik ve ondan çıkacak veraset (yerine kimin geçeceği) meselelerinin tehlikesini önlemiş bulunuyor. ‘Ho Amca’nın kendi halkına yaptığı hizmetlerin sonuncusu da bu olacaktır.” (10 Eylül 1969)
Yalnız “KENDİ HALKINA” mı? Hayır. Bütün yeryüzü halklarına verilmiş en son ders olmalıdır, “Ho Amca”nın yapabildikleri. Ve bu yalnız EN SON DERS değil, EN BÜYÜK DERS olmalıdır, hele geri ülkeler sosyalistlerine. Hele bizim gibi yarı Babil artığı, yarı derebeyi artığı, bir hayli de Finans-Kapital karışığı bir ülkede en acıklı eksik Ho Amca’nın çelişkili bütünlükleridir.
Bizim Cücelerin Dev Aynaları
Sosyalistlerimiz, kazıklaşmayı “enerji”sanıyorlar. Üç beş “Marksist” formül ezberlemekle politikada “üstad” geçiniyorlar. Dünyanın dört bir yanından “çevirme” bilgileri kendi ülkelerinin orjinal gelenekleri yerine koyuyorlar. Bu korkunç teori ve pratik boşluklarını doldurmak için de: TEK başlarına yanılmaz Papa Hazretleri olmaktan başka hiçbir “elbirliği ile çalışma” zahmetine katlanamıyorlar.
O zaman karşımıza halk düşmanları için gülünç, dostlar için ağlanacak pozlarla çıkıyorlar. Herhangi “adam kıtlığında” sakalına sarılman keçi, o saat kendisinin “Abdurrahman Çelebi” olduğuna inanıyor ve inanmayanları boynuzlamakla, “sınıflar savaşı” yapmayı birbirine karıştırıyor. Burnunun altına iki parmak bıyık takmakla, “Balkanlar’da bir tane”, yaşı benzemesin, “Stalin” kılığında hazır iktidar tahtırevanını bekliyor.
Tahtırevan gelse, hele bir gelse, sen onlarda gör kerametlerin manda tezeğinden iri kallavilerini. Çarçabuk ülkenin her köşebaşına çatık kaşlı heykellerini diktirerek, “Sosyalizm” adına en maydanozlu köftehorlukları yutturacaklardır. İki zartzurtla bir milleti maymunca hoplatmayı becerivereceklerdir. Bu o “Aşama”dan, bu “Aşama”ya terbiyeli maymun marifetlerine bedel, “Tarihe” gireceklerdir.
Böyle tarihe değil, hazır mezara bile girilemeyeceğini, girilse bile, koskoca Stalin gibi adamı mezarından bile çıkaracaklarını bütün “Sosyalizm” avantüryelerine, bütün anarşist palavracılara, bütün kendini dev aynasında görmüş kuru sıkı teori ve pratik cücelerine, en büyük anlamcıl silleyi hiç iddiasızca ve bütün yaşayışı, düşünücü, davranışı ile vuran adam Ho Amca’dır.
Üç Tip Sosyalizm Kalpazanı
“Kırk yıl” dile pelesenk olmuş. Hangi “kırk yıl”, eksiksiz elli yıldır yerin altında, yerin üstünde, bu akşam paye ver, ertesi sabah babasını asacak “Sosyalizm Kalpazanları”ndan bu ülke ülkücülerinin çektikleri, Birinci Şube işkenceleri ile yarışmıştır.
Maksatları nedir? Kendilerine sorsanız alacağınız karşılık hep bebeleri güldürecek, birbirini çürüten küçük burjuva ermemişlikleri, yahut ne oldum delilikleri gibi görünür. Bıyık altından gülerek, yahut burnunuzu tıkayarak geçersiniz. Gene de yaptıklarından utanmak şöyle dursun, cesaret alırlar. İt ürür, kervan yürür. Gün gelir, neden öyle “Namus korumak için horozdan kaçtıkları” anlaşılır. Ya falan yol kavşağına dek zor sürüklenen “Yolda seyirticiler”dirler; ya “Maaşın kaç” olduğunu sorup sağlama bağlamadıkça, “Cehenneme” gidemeyen “kafasız işgüzar” kapıkullarıdırlar yahut da yerli yabancı binbir maskeli ajandırlar.
Teorik ve Pratik Ho
Yeni sosyalist kuşağımızın bütün o bitmez, tükenmez fışkılardan kurtulması için gerekli en yanılmaz sosyalist mihenk taşını (Kriteryumu) Ho Amca veriyor. Bu veri iki noktada toplanıyor:
1- Teoride: Kendi tarihinin ve toprağının düşüncesini yapmak;
2- Pratikte: Kişi siviriltmeyen elbirlikçi davranış yapmak.
Ho Amcanın bu iki alanda ayık ve alçakgönüllü emeğini burjuva basınından olsun edinebiliriz. Bakın Batı Emperyalist anayurtlarının kapitalist kültürlüleri ne yazıyorlar Ho Amca için:
“Ho Şi Minh’in konuşmalarda mevcut bulunmayışı hiç şaşılacak şey değildir. Kuzey Vietnam’da Başkana sonsuz saygı besleniyor ama ne bulutlara çıkarılıyor, ne putlaştırılıyordu. Kollektif bir zihniyet rejime adamakıllı damgasını vurmuş ve düzeni Marksizm yanlısı olan başka ülkelerdeki yanıltılardan sakındırmıştır.
“Ho’nun Cezaevi Karneleri, bir milliyetçinin çektikleri üzerine yapılmış düşüncelerden kuruludur. O milliyetçi de ötekilerden biridir. Yazılanlar halkın elinden düşürmeyeceği bir İncil değildir. Ho’nun resimleri mi, çok az var. Yahut hiç yok. Evlerin duvarların üzerinde, kooperatiflerde ara sıra Ho Şi Minh’in bir dergiden kesilmiş fotoğrafı gözükür, ama orada Ho, hiçbir vakit yalnız değildir.”
Milli Putsuz Milli Mücadele
Vietnam’ın (Türkiye’deki 30 Ağustos kadar) alınyazısını değiştiren Zaferi, Dien-Bien-Phu savaşı mıdır? Müzesini geziyorsunuz:
“Dien-Bien-Phu muharebesinin, Başkentteki gepgeniş salonda tasviri, Giap’ın kişiliğinden çok Vietnamlıların kişiliğini değerlendiriyor. Milli Tarih Müzesi’nde olduğu gibi taşra sergilerinde de, bölgenin geçmişi canlandırılırken, sunulan, açıklanan, kutlanan şey bir ulusu zafere ve bağımsızlığa yedmiş bir canlı Buda değil, bütün bir kolektif varlıktır.” (J. Decornay, 4 Eylül 1969)
Milli Kurtuluş Savaşı mı? Onu millet yapmıştır.
“Basında ve radyoda birisi örnek olarak verilirse, o kimse ya bir köprünün savunucusudur yahut bir Güney Çetesinin Başıdır. Günün kahramanı sorguya çekildi mi, yaptıklarını anlatıyor, mücadele arkadaşlarını işte ortak gösteriyor, ama ara sıra onları ziyarete gelen keçi sakallı ihtiyarı ağzına almıyor.” (Keza)
Doğrusu da, sosyalistlik bir etiket değilse, sosyalistçesi de bu değil midir? Birisi geride aklını, öteki cephede canını ortaya koymuş. Akılsız can kaybı boşa gider, ama canını ateşe atan bulunmasa akıl kaç para ederdi? Neden canını veren unutulsun da, aklını veren göklere çıkarılıp tanrılaştırılsın? Bezirgan düzen için bu, kaçınılmaz olabilir. Sosyalizme nasıl sığdırılır?
Şeylerin kör akışı ile sığdırıldı. Hatta Paranoid (zincirleme hezeyanlı) çılgınlıklara dek sığdırıldı. Önüne geçilemezdi, o zaman. Ama, “kıyamete dek” geçilemeyecek miydi? Ho Amca onun karşılığını verdi. Halkın deyimi ile “götü boklu” kişilere tapınmayı kaldırdı. Kişi tapıncı maskaralığının hiç değilse bundan böyle gerekmediğini ispatladı.
Sosyalizmin geleceği için az büyük kazanç mı bu?”
Gençliğin Üç Alınyazısı
Yazı, Sosyalist gazetesi, 8-15. sayısında, 2 Şubat 1971’de yayınlanmış. Kıvılcımlı’nın gençlik konusunda önemli yazılarından dır. Kapitalist sistemin gençliğe reva gördüğü, gençliğe sunduğu rezil hayata karşı bir başka yolun mümkün olduğunu, Gençliğin çaresizliğinin kader olmadığını yazar.
“ Gençliğimiz neden çırpınıyor? “Sosyal – ekonomik” nedenmiş. O nedir? Gerçekleri gevelemeyelim.
1- Bizde de Seçim Böyle Olur Çelebi
Finans-Kapital milyonerleri, kasabalarımıza çöreklenmiş Tefeci-Bezirgan hacıağalıkla “Demirkırat” biçimi dörtnala kalkalı çok avundu. Köylü ve kentli yığınların oyları mı avlanacak? Kolay geldi. Kırk bin köyden on bininin muhtarına, yüzer lira dağıtsan, bir milyon lira eder, hele biner lira dağıtsan, on milyon lira eder. Nedir bu para? Bir kodaman bezirgân partinin her yıl devlet kasasından resmen çektiği haraç bile değildir.
Muhtar yüzlüğü, bilemedin binliği, gözüne kestirdikleriyle paylaşır. Kim parayı verdiyse, köyde “seçim” düdüğünü o çalar. Farzedelim ki, canı yanık bir iki baldırı çıplak oyunu parayı veren partiye atmadı. Atmayan yüzüktaşı gibi ortada besbelli kalır. “Sandıktan” oy pusulası satılık çıkmayanın ertesi gece harmanı, samanlığı cayır cayır yanar. Bir daha sıkıysa, oyunu para vermeyen partiye, Tefeci-Bezirgânın tutmadığı partiye versin!
2- “Seçmeyen” Öldürülür
Köylü o yüzden, Finans-Kapital milyonerlerinin dümen suyuna bağlanmış Tefeci-Bezirgân sınıfın emrinde yatar kalkar. O köle yoksulluğu ile esir ruhunun acılarını halkın duymaması için, ağrı kesici ilaç olarak Kur’an kursları ile başı bağlanır. Herhangi biri bin yıllık geleneğe karşı kıpırdayamaz. Binde biri, “kanun var, gideyim idareciye veya adalete şikâyet edeyim” dese, başına geleceği bilir. Hacıağanın adamı avukat, halktan adamı bir harman yangını kadar para zararına sokar. Avukat masrafı göze alınsa: İdareci terslemesi, başkâtip tökezletmesi “muamele”yi suya düşürür. “Tahkikat” karakola gitse, sopaya biner. Köylü gene direnirse, bu yol evi yakılır. Anlamaz da halâ şikayete kalkarsa, kasaba yolunda, yahut kırda bayırda bir ağa kurşunu ile öldürülür. Cinayetin faili “meçhul” (yapanı bilinmez) kalır.
3- Sülalesi Kurutulur
Yeniden karakol işe el kor. Bu yol ölen şikâyetçinin dostları, yakınları “tahkikat” sopasından geçer. Zorla verdirilmiş ifadelerle, Hacıağanın sözünden kıl kadar çıkmış başkaları, “adaletin pençesine” düşer. Yıllarca sürünülür, ezilinir. Ocaklar söner. “Hökümatla baş edilmez..” Hacıağadan şikayet, “Devletlû”dan (memurdan jandarmadan) şikayete karmıştır.
Bu tükenmez trajedi tablolarını görmeyen, bilmeyen bir tek Türkiye’li kişi var mıdır? Yoktur. Bu gerçeklik ortasında, kişi olarak kim demokrasinin çeliği eriten bir “Demirkırat” tekmesi gibi, halk “yarıkarası” gibi işletildiğini unutabilir? Bu unutuşunu, canıyla kanıyla, eviyle, barkıyla ödeyen halktan bir kişinin dört yıldan dört yıla”hür seçimlere” girmesi ile koyunun kırk makinası altına yahut salhaneye girmesi arasında ne fark kalır?
4- Kankıran Başı
İşte efendilerimizin “demokrasi” adlı “Hint kumaşı” ipek şalla örttükleri iktidarlarının kaynağı bu kanlı terör, sinsi zılgıt düzenidir. Ona güvendikleri için, iktidara “meşru yoldan” geldiklerini ortalığa yayarlar. Aydın kapıkulları da ülkemizi esir pazarına çevirmiş bulunan mekanizmayı haklı “meşruiyet” içinde gösterdikçe maaşlarını, yeteneklerini sağlarlar, çoğaltırlar.
İşte gençlik ve özellikle üniversiteli faciasının altında yatan sosyal kankıran budur. Nemrutluğun ve Firavunluğun her türlü Makyavelizmini ve Bizantizmini yüksek öğretim çapında sistemlendirmek istiyorlar. Kürsü “otorite”leri, gençliğe hep o işsizlik ve pahalılıkla bitkin hale getirilmiş bezgin halkı örnek gösterirler. Gençliğin de, tıpkı babası, amcası, akrabası kadar yılgın, bilinçsiz, ağaları beyleri bırakıp birbirine düşmüş bir beyinsiz oy davarı yetişmesini kurarlar.
5- Bari Aç Bırakmasa
Hiç değilse gençliğe bir insanca geçim sağlayan gelecek gösterilse. Batı Finans-Kapitali, aydın gençliğini sömürgelerine, geri ülkelere, “uzman” yahut değnekçi olarak sürerek besler.
Bizim aydın gençlik için iki yol kalır: Ya 30 yaşına dek “oku”duktan sonra beşyüz lira maaşla devlet kapıkulluğuna çırak yazılacaktır. O zaman ömür boyu Hacıağanın lâpçınlarını yalayarak “Personel Kanunu” denilen işkence basamaklarını süslü hayvan katlanışıyla tırmanmaktan başka “ülkü” bilmeyecektir.
Yahut, emperyalist anavatanlarının esir pazarında satılık “aşağı ırk” eşantiyonu olmak üzere, Türkiye anayurdunu ve milletini inkâr etmeye gidecektir. Gençlik yığınımızın başı ucuna asılı iki yüzlü acem kılıcı budur.
6- Hırsızlıktan Halk Düşmanlığına
Gençliği bu iki çıkmaza iten efendilerimizdir. Ve her iki alınyazısı onların işine geliyor. Öldürmeyip süründüren personel maaşı oltasına kapılan genç, çarçabuk rüşvet, irtikâp, suistimal ve ilh. yollarından maaş “eksiğini tamamlamak” zorunda kalır. Bu “kitabına uydurulmuş” çalıp çırpma ve kanunsuzluk, tam yedi bin yıldır Tefeci-Bezirgân sınıfın örgütleyip, sistemlendirdiği vurguncu bozuk düzen gidişidir.
Genç, o antika çapul yolundan hem kapıkulu uşak ruhuna siner, hem kendisi çaldığı için büyük hırsızları haklı görüp savunur, hem en basit kanunları çiğneyip hiçe saymakta ve keyfi derebeylik sürmekte efendilerin yardımcısı ve istihkâmı olur.
Genç artık ölmüştür. Ölmekten de beter, kokuşmuşluğu toplumu kankıranlaştıran bir leş haline gelmiştir. Efendilerimiz onun için, aydın genci ne yapıp yapıp, geçinilemez bir maaşla devlet kapısına kul etmeye bayılırlar. Artık genç kişiliğini yitirmiş, ruhça alçaldığı ölçüde insanlarımıza yadlaşıp yukarıdan bakan tam bir gönüllü halk düşmanıdır. Efendilerimizin istediğinden âlâ soysuzlaşmıştır.
7- Emperyalizmin Yağcıları
Acem kılıcının ikinci yüzü: Genç aydınların, (Türkiyeli’nin rüyada göremediği maaşlar peşinde), emperyalist ülkelere de Finans-Kapital “uzmanlığı” için vatanını, milletini, insan haysiyetini, içten mutluluğunu işgücü ile birlikte haraç mezat satmaya gitmesidir. Gittiği yerde her zaman, kendi kendisine ve yurttaşlarına ihanet etmiş, ciğeri beş para etmez bir sığıntı, yabancıdır. Tek dayanağı, Türkiye’de kalan eş dost benzerlerinden çokça para kazanmak ve altına bir otomobil sürmektir.
Bu parlak “Avrupa” kumaşı giyen otomobilli dilenciler, kendi ülkelerinde kendilerinden bin kez karakterli oldukları için emperyalist ülkelere kaçamayan benzerlerinin soysuzlaşma batağında çürümelerini; onların “beceriksiz” olduklarına, yahut “açıkgöz” olmadıklarına verirler. Kendi ülkelerinin dünyada alay konusu olmuş en geri sömürgelerden daha gülünç birtakım şatafatlı büyük adam kuklaları elinde kanayıp, irinleşmesine dudak bükerler. Onlar külahlarını kurtarmışlardır ya, bütün Türkiye gemisinde kaptan olmaktansa, emperyalizmin savaş gemilerinde yağcılık ederler.
8- Vurulan Birinci Kuş: Beyinsizleştirme
Türkiye’nin Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân vurguncuları, gençliğimizin bu ikinci soysuzlaşma, yadlaşma, halk düşmanı olma gidişinden bir taşla iki kuş vururlar. Bir yol, Amerika’nın “Nüfus kontrolu” ile “azaltın” dediği baş belâsı “fazla nüfus”u bir ufunet gibi dışarıya boşaltırlar. Yarım milyon işçi ihracıyla nasıl işsizliğe çâre ararlarsa, tıpkı öyle, taze beyin ihracıyla, Türkiye’de gerekli olan beyinsizliği biraz daha arttırmış olurlar. Bu taş, Türkiye halkını canevinden, beyninden vurur, sersemletir. Asıl istenen de budur. Kalıpta kendi alın yazılarını ve memleketi düzelteceklerine, gençler defolup giderler bu topraklardan. “Sen sağ olasın sevdiceğim, ben de selâmet!”
9- Vurulan İkinci Kuş: Kozmopolitleştirme
Efendilerimizin aynı taşla vurmayı, belki hiç düşünmeksizin, becerdikleri ikinci kuş, daha uzun vadeli cinayettir. Finans-Kapital artık yeni-sömürgeciliğe girmiştir. l9. yüzyıldan kalma anavatan (Metropol) sınırları, metropollarla sömürgeler arasındaki göze batan, ayrı seçili zıtlıklar törpülenmelidir. Her zaman kozmopolitleştirilmiş bulunan geri ülke aydınları, artık milletin ve vatanın inkâr edilmesi yönünde hayvan yetiştirilircesine eğitilmelidir. Bu alanda Türkiye Finans-Kapitalistleri ile Tefeci-Bezirgân hacıağalarının uluslararası Finans Kapital tahakkümüne yapabilecekleri en iyi yardım: Türkiye’nin genç aydınlarını, emperyalist bitnikleri halinde vatansız serseri yahudiye çevirmekle sağlanır.
10- Gençlik Sömürü İstemiyor
İşte efendilerimizin Türkiye gençliğine, hele aydın gençliğine beğendirmeye giriştiği bu iki tip ölümlerden ölümdür. Bu iki türlü ölümü de gençliğimiz göze alamıyor. Yaşamak istiyor. Kendi toprağında yaşamak, ama ne yerli, ne yabancı bir avuç vurguncu ve soyguncuya kul köle (hırsız uğursuz) olmaksızın yaşamak istiyor Beşyüz yerli Finans – Kapitalistle, ikibin beşyüz Tefeci-Bezirgâna otuz beş milyon Türkiye insanını rahatça sömürtmek için bekçi köpekliği etmektense, Türkiye’de sömürüyü kaldırıp, herkese insanca yaşama hakkını, görevini ve olanağını bileğinin hakkıyla vermek istiyor.
11- Genç Türk: Cahil Köylü Değil. Proletarya Müttefiğidir
Üç bin Efendimiz ise, yedi bin yıllık zalimlik alışkanlığı ile, aydın gençliğimizi, cahil köylü yerine koymak istiyor. Ağa nasıl, oy vermeyen; hak aramak, hele “maazallah!” “şikâyet” etmek küstahlığını göstermek isteyen köylüyü, harmanı, evi yakıldıktan sonra gene yola gelmedi mi öldürtüyorsa; aydın gence de tıpkı öyle davranılıyor. Bursla satın alınamayan kendi alınyazısının, Türkiye halkının alınyazısıyla bir olduğuna inanan gençliği, önce sokak ortasında, Üniversite binasında “Toplum Polisi”ne coplatıyor. Karakolda, müdüriyette ne ağır küfürlerle işkenceye uğratıyor. O da yetmedi mi kurşunlatıyor!
Yanılıyor. Aydın genç antika çağın ezik, cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği modern işçi sınıfı gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefiğidir. Üstelik, gençliğimizin tükenmez “Genç Türkler” devrimci geleneği vardır. Yıldırılamaz gençlik.
Ve cinayetlerin “faili meçhul” değildir. Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgân hacıağalardır!”
Yeter Be
Yazı, Sosyalist gazetesi, 8-15. sayısında, 2 Şubat 1971’de başyazı olarak yayınlanmış. Kıvılcımlı’nın ünlü bir yazısıdır. Daha sonraları üzerinde çok konuşulmuştur. Dönemin gençlik hareketiyle özellikle silahlı mücadele seçmiş, kır ve şehir gerillacılığına soyunmuş hareketle bağların koparıldığı, sınırların çizildiği bir yazıdır. İsminden anlaşılacağı üzere. Kıvılcımlı yıllar boyunca yazarak, çizerek, konferanslar, seminerler vererek, her türlü uyarıyı yapmış, bıkmadan usanmadan, ilerleyen hastalığına rağmen oradan oraya koşmuş gençliğe laf anlatmaya çalışmıştır. Artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Bu son uyarısı oldukça keskin ve net tir. Yazı birçok anlamda çok önemlidir. Biz kıvılcımlı ardılları açısından da. Kıvılcımlı’nın, “mücadelede silahın yeri nedir” meselesi hakkında görüşlerinin bir manifestosudur.
“ Bilimsel sosyalizmin çok bilmiş düşmanları, ona kan dökücü diktatörlüğü yakıştırır. Oysa gerçek sosyalizmin bilim olarak başlıca ödevi, Marks’ın en büyük eserinde belirttiği gibi:
“Doğum sancılarını kısaltıp ılımlandırmak” (Das Kapital)tır.
Dünyamız, yarım yüzyılı geçiyor, “doğum sancılarıyla” kıvranmaktadır. Vietnam’da kan dökücü diktatör kimdir? Doğumu, sosyalizmin doğumunu engellemek isteyen Amerika US’a satılmış üç beş general ve politikacı. Şili’de sosyalizmin doğumunu demokrasi (ama lafta değil, işte halkın bilinçli örgütleri) ile hiç sancısız gerçekleştirenler kimlerdir? Seçime yanyana girmiş, sosyalistler, komünistler, radikaller, Bağımsız Halk Aksiyonu (adlı hıristiyan demokrat din adamları), sosyal-demokratlar’dır.
Pek yaygaralıca: “Seçime hayır! Tek yol Savaş!” parolasını koparan, “Sol Devrimci Hareket” şarlatanları çıktı. Ama “Şili İşçilerinin Birleşik Konfederasyonu” 700.000 üyelidir. “Sol Devrimci Hareket” şarlatanlarının aldıkları oy: 3.838’dir. Sancısız doğuma ikinci karşı koyan akım, Allende’nin Şili başkanlığına seçiminden önce Başkomutan General Schneider’i öldürten, 21 Ekim 69 sağ hükümet darbecisi General Roberto İaux’dur. Demek, kan dökücü diktatörlük kimlerin özlemidir? “Sol Devrimci” veya Sağ karşıdevrimci PROVOKATÖRLERİN özlemidir.
Bu hiç kimsenin bir an unutmaması gereken gerçekliği Koca Dünya’dan küçücük Türkiye olayları içinde izleyelim. 28 Nisan olaylarında genç üniversiteli kanı döken kimdi? Halkımızı demagojiyle ayartabildiğine güvenen Türkiye’nin (birkaç yüz kişilik) Finans-Kapital oligarşisi. O kan içici oligarşiyi en “kansız ihtilal” ile deviren ne oldu? Tepeden tırnağa silahlı Türkiye silahlı kuvvetlerinin 27 Mayıs Devrimi.
Dikkat edelim. Türkiye’de görevi, gereğince kan dökmek olan silahlı kuvvetler bile kan dökmüyor da, Türkiye silahlı kuvvetlerinin halk çocuklarına güvenemeyen bir avuç tekelci sermaye ve politika azlığını, özel kanunsuzluklarla, azıcık insan hakkı arayanların kanını döküveriyorlar. Maksatları açık: Halk uyanmasın. Halkı uyarmak isteyen gençlik kan içinde boğulup susturulsun, “kansız” 27 Mayıs’tan kan davası güdülerek, son kalmış demokratik kırıntılar da yok edilsin.
Öyle bir Dünyanın böyle bir Türkiye’sinde yaşıyoruz. Oligarşinin iktidarı TBMM’de resmen şöyle bağırıyor:
“Aslında bu komando teşkilatının sahibi benim diyen bir partinin başkanı çıkmış meclisin kürsüsüne!” Yani iktidar, “kan dökücü komandolar, diktatörlüğü silahla kuran komandolar bizden değil” demeye getiriyor. Bu, kaç bin yıllık Roma Valisi Ponçe Pilat’ın “masum kanından ellerimi yıkarım!” deyişidir?.. Oysa, arkalarına toplum polisini takarak hergün bir üniversite, bir öğrenci yurdu basan “Komando”lar azıttıkça, hergün gazetelerde şöyle olaylar okunuyor:
“Fakülteye yapılan silahlı bir saldırı üzerine emniyet müdürlüğüne haber verilmiş, ancak müdürlükten, (Telefon numaranızı bırakın, biz sizi ararız) cevabı verilmiştir.” (Milliyet, 5.1.1971)
S.B.F. Dekanı Prof. Cahit Talas konuşuyor:
“Polis yurda girmişti. Vali beye telefon ettim. Vali bey anlayış gösterecek yerde bizi suçlamaya kalktı. Emniyet müdürü de aynı his içinde, bizi suçlamaya kalktı. Talebe çok insafsızca dövüldü. yurt feci şekilde tahrip edilmiştir.” (Cumhuriyet, 25.1.1971)
Bunun örtbas edilecek gizli kapaklısı kaldı mı? Otuz gencin temiz başını yiyen iktidar, “insafsızca” kan dökücü diktatörlük yapıyor. Finans-Kapital Türkiye’de gerçek demokrasinin doğumunu önlemek için kan dökmekten başka çıkar yol bulamayacak bir acz ve şaşkınlık içindedir. Öteki bezirgan partiler de, sözde “parlamenter muhalefet” kayıkçı dövüşü ile cilveleşiyorlar. İki bin yıl önceki İsa gibi, 1971 Gencinin “bir yanağına vurulunca, öbür yanağına çevir!” diyecek köle ruhunu taşımadığına öfkeleniyorlar.
Bu kanlı oyun ne sayede sürdürülüyor? Çok sırmalı, çok yıldızlı bir iki başın ara sıra sahneye itilmesi sayesinde mi? Hem evet, hem hayır. Ne var ki, beşyüz “Oligark”ın (Tahakkümcü azınlığın), ne imam talkını, ne topu tüfeği otuz beş milyon insanı köleleştirmeye yetemez. Ancak, tek başına bu kanı, faşizmi durdurmaya ve demokrasiyi kurtarmaya, sosyalizmi kurmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetemez. Hele platonik “antifaşist” tekerleme “bildiriler” ardında “hamamın namusunu kurtarma” particilikleri, yavuz hırsızlık değilseler, düpedüz hareketi gülünçleştirmektir.
1- Anarşiyi kes! Derlen! deniliyor. Bu, Proletarya Partisi içinde çelik çekirdekleşmekle ve en yaygın yığın örgütlenmeleri ile olur.
2- Halkın içine anlayışla in! “Sol yobazlığı bırak” deniliyor. Bu, somutça, pratikçe işsizlik ve pahalılıkla savaş manivelasına dayanır.
Ne gezer! Çoğu nereden çıktıkları bilinir veya bilinmez sürü sürü keskin “lider” ve avantürye “ideolojik” zibidiler ortalığı kavram mahşerine çeviriyorlar. Halkın da, gençliğin de bilinçsizliğini-bilgisizliğini-örgütsüzlüğünü-davranışsızlığını son kertesine dek sömürüyorlar. Ve hepsi birden, denizin dibine atılmak üzere çuvala doldurulmuş kedilerle köpekler gibi, hala birbirleriyle dalaşıyorlar. İçlerinde “marifet” yapmadıklarına inanmayan da çıkmıyor.
Kanlı faşizmle, antidemokratik Finans-Kapital diktatörlüğü ile her araçtan yararlanıp savaşmak en birinci ilke (prensip)… Şu anda, ondan önemli yakıcı ilke (prensip) olabilirmiş gibi, Türkiye için uydurma “ilke-tilke” havlayışlarıyla iki kişiyi bir araya gelemez kılıyorlar. Bu tür düşünceler ve davranışlar tarihin her döneminde yenik düşmüş anıtsal beyinsizlikler midir? Yoksa, firavunlardan çarlara ve padişahlara dek her müstebidin binlerce yıl besleyip yetiştirdiği en başarılı provokatörler midir?
Halk bir damla iş ve bir lokma ekmek için kıvranıyor. Halkı o işsizlik ve pahalılık cehenneminde aydınlatacak bilinçli örgütlenme günün biricik problemi. Herif durmuyor, dinlenmiyor, iktidar canavarına birkaç yüz gencin daha sıcak kanını içirme fırsatını ve keyfini vermek isterce, horoz dövüşü çapında ve yazıyla, çiziyle “silahlı savaş devrimciliği” kışkırtmalarını aklınca “teori”leştiriyor. Silah sözcüğünün salavatla ağıza alınacağını, onu da ancak ehil olanın, yerinde alabileceğini pratikçe kavramıyor.
Silah kim, sen kimsin, a gönüllü polis devrimcisi hödük? Silahlı kuvvetin ne olduğunu hiç mi kimse bilemez sanırsın a habenneka! Silahın ve silahı kullanmanın ne olduğunu senden mi öğrenecek Kuvayimilliyecilikle yoğrulmuş bu millet, bu halk, bu işçi sınıfı, bu köylü yığını, a hain değilse soytarı cici devrimci! Sen daha sağ karşı-devrimci molla hacıağa kadar olsun, “saf bağlayıp”: ”
Rab! Rab!” diyen sol-sağ adımını atmayı öğrenmemişsin, çakmaklı tüfekle ayda füze avcılığına mı çıkacaksın a Donkişot?
“Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” en açık ve kesin çağrıdır. Daha iyisi ileride. Ama “Karga dernekleri” kurarak değil, hareket, davranış örgüt içinde yapılabilecek olan Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı ortada. İlk adımda “Devrimci Derleniş Merkez Komitesi” kurulmak üzere, bütün örgütlü İşçi köylü-esnaf-aydın ve ilh. halk grupları, “Devrimci Derleniş Komiteleri” kurmalıdırlar. Komiteler, kendi çevrelerinde “Halk Uyanış Güçleri” örgütlerken, ortak bağ noktası, Sosyalist’in ve Tarihsel Maddecilik Yayınları’nın, Laleli-Çelik Palas-Kat 3 adresidir. Kurucu Komitelerin bu adresle hemen ilişki kurmaları rica olunur.
Namusunu, yüreğini, zekâsını, bilimini, bilincini zerrece proleter alçakgönüllülüğü ile bağdaştırabilen arkadaşların Büyük Derlenişe öncü Gönüllü Er olarak hemen katılmaları tutulacak ilk ve tek yoldur. Var mısınız bu yola baş koymaya?
Yoksanız, başka gerekçe aramayın ve üzülmeyin, yoksunuz demektir. Varolanlar, işçi sınıfı ve köylü yığını adına, sizin yerinize de derlenirler ve dövüşürler. Merak etmeyin. Elli yıldır derlenenler ve dövüşenler, her şeyden önce bu halkın içinden fışkırmışlar ve cepheyi tutmuşlardı. Sağ kaldıkça tutacaklardır da. İt ürüyecek, kervan yürüyecektir.”
Suçlu Ayağa Kalk
Yazı, Sosyalist gazetesi, 20.sayısında, 16 Mart 1971’de yayınlanmış. Yazı esas itibari ile, gençleri eylemlerinden ötürü suçlayan İsmet İnönü’yü eleştirmek üzere kaleme alınmış bir yazı.
“ Türkiye’nin iki büyük başkenti İstanbul ve Ankara’dan, en ücra ve en uçtaki Kırıkhan’a, İslâhiye’ye dek her yerinde kan dökülüyor. Kan dökenler, Finans-Kapital parababalarının yönettikleri antika taşra tefeci-bezirgân vurguncularıdır. Kanı dökülenler, Türkiye’de insancıl yaşantı özleyen ilericiler, devrimci gençlerdir.
Padişahlıktan Paşalığa
Neden? Bunu halk yığınlarımızın öğrenmemeleri için sömürgen üst sınıflar ve onların bezirgân politikacıları ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar. Üst sınıflar bir avuç soyguncudurlar. Ama Türkiye’nin en muazzam ekonomi gücü olan kapitali (sermayeyi) ve devleti tekellerinde tutuyorlar. Onun için, yenilmez bir güçmüş gibi görünerek, herkese gözdağı veriyorlar.
Bu açık seçik oyunda en çok aldatılanlar, “Cahil halk” değil, ne yazık ki “okur yazar” geçinen kapıkullarıdır. Bu kapıkullarının en gözde başı İ. İ. Paşa oluyor. Paşa 40 yıldır, kimi iktidarda, kimi muhalefette kaldı. Ama, korkunç devlet kapitalizminin ve devlet kapıkulluğunun vazgeçilmez başı idi. Onun için, Türkiye politikasını kimi açıkça, kimi el altından olmak üzere, her zaman “paşa”, yahut “paşalar” güttü.
“Paşalık” Türkiye’de bir kanunla Mustafa Kemal’in sağlığında yasak edildi. O antika deyimin yerine her modern ülkede kullanılan general geçirildi. Ama toplum gerçekliği antikalıktan kurtulmadıkça, onun yaşayan kurumlarına başka ad vermek yeter miydi? Yetmedi. “Paşa” her zaman antika paşa kaldı. Ve halk da, ortalıkta değişen temelli hiç bir şey göremediği için, tepedeki kapıkullarına “paşam” demekten geri kalmadı. Antika paşalık ne anlama gelir, biliyoruz. “Paşa” sözcüğünün öztürkçe kökü “beşe”den gelir. “Beşe” bir babahanın “büyük oğlu” demektir. Osmanlı’da ilk padişahların büyük oğullarına paşa denildi. “Padişah” adlı babahan ölünce, onun yerine paşa oğlu geçmeyecek miydi? O mekanizma ile Türkiye’de padişahlık kalktı, onun yerine hiç sessiz, sedasızca ve kimsenin yadırgamasına yer kalmaksızın paşalık geçiverdi. Antika tefeci-bezirgân ekonomi ve sosyal sınıf, Türkiye’nin beş yüz kasabasından beş yüzünde iktidarı elinde tuttukça bunun başka türlü olması olur muydu?
“Devletlû” Paşa Hazretleri
İşte İ. İ. Paşa; o antika toplum yapımızın modern devletçilik biçiminde karar kılmış yapısının en “sarsılmaz” kalıntısıdır. O kalıntıya göre “devlet” başlı başına bir varlıktır. Nereden geldiği bilinmez. Ama gelmiş. Vardır. Öyleyse toplumun üstünde, sosyal sınıfların üstünde bir varlıktır. “Ülke bütünlüğü” ne ile sağlanır? “Devletle”. O öyleyse, dün “saltanatın”, bugün “milletin” var olması, devletin var olması demektir! Devlet elden gitti mi, ne “millet” kalır, ne vatan!
Bütün “paşalarımızın” ve paşarikolarımızın ağızlarına bakın. Başlarının içlerine girin. Ruhlarının en loş derinliklerine inin. Yalnız ve ancak o antika felsefeyi bulacaksınız. Bu “felsefe”lerinde çok “samimi”dirler. Yeni deyimle çok “içtenlikli”dirler. Padişah gitmiş paşa kalmıştır. Padişah nasıl devlet kubbesinin köşe taşı idiyse, paşa da tıpkı öyle yalnız devleti düşünür. O bir “devletlû” “devlet kuşu”dur. Devletin tepesine tüner. Ve sırf, başka hiç bir şeye bakmaksızın devlet için öter.
Bu felsefelerinde paşacıklarımızla tartışabilir misiniz? Hayır. Öyle bir şey, koyu Müslüman için (Allahın var olup olmadığını tartışmak kadar onulmaz bir “küfür” olur devletin tartışılması.) Bu felsefelerinde paşacıklarımız “popüler”dirler de.Yani en geniş halk yığınları içinde dahi en yaygın felsefe bu devlet dokunulmazlığı ve tartışılmazlığı, pusuya girmiştir.
“Devletlû” Felsefesinin Kökü
Bu felsefenin sosyal kökü nereden geliyor? Ta, 600 yıl önce kurulmuş Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve sosyal yapısından. Devlet bir uzun süre, Osmanlı dirlik düzeninde bayağı “sınıflar üstü” çalımı ile Padişah’ın kişiliğinde “zât”laşmamış mıydı? Paşacıklarımıza göre 60 yıldan beri Türkiye toplumunda değişen hiç bir şey olmamıştır ve olamaz. Saltanat gitmiş, cumhuriyet gelmiş. Padişah gitmiş, paşa gelmiş. Bu da mı fark?
Padişahlığın, şunun şurası 50 yıldır ancak “kalkındırılabilmiş” olduğu göz önüne getirilsin. 50 yıldan beri ise, Paşalığını, kanun yasaklarına aldırılmaksızın, iyice “oturtulabilmiş” bulunduğu unutulmasın. Devlet anlamında hangi değişikliği kapıkuluna anlatabilirsiniz?
İlk Osmanlı (ilb-gazi-şövalye)lerinin kan örgütü yerine geçirdikleri ilk dirlik düzeni toprak ekonomisi üzerindeki devlet, çoktan; 3-4 yüz yıldır yıkılmış. Yerine tefeci-bezirgân sınıfın tahakküm ettiği kesim düzeni adlı toprak ekonomisi üzerindeki devlet geçmiş. Sonra ilkin levan (komprador) kapitalizme dayanan ecnebi Finans-Kapital, sonra tefeci-bezirgân sınıfa dayanan yerli Finans-Kapital tahakkümü devleti kıskıvrak tekelinde bağlamış.
Kim Okur? Kim Dinler?
Biz bu basit olmasa da apaçık olayı, daha üniversite ulemâmızın en az beyin zarları kalınlaşmamış sosyal bilginlerine, hatta keskin “bilimsel sosyalist”lerine anlatamıyoruz. Paşacıklarımızı, antika devlet felsefelerinde nasıl kınarız? Üstelik “paşaların paşası” sayın İ.İ. kırk yıl “devleti” “avucu içinde” tuttuğunu sanmış, en deneyli, en ulu “devlet adamı”. Türkiye’nin Finans-Kapital sömürgeliğinden “bağımsız” ve “gerçekten hür” (özgür) olması için, aç, işsiz kıvranan, kanayan Türkiye gençliğini mi dinler?
Devlet “Şunun bunun elinde bâzıyce (oyuncak) olamaz” demişti, Ankara İstiklâl Mahkemesi Başkanı ünlü “Kel Ali” Bey (Afyon), 45 yıl önce. O zamanın muzaffer cephe komutanı başvekil paşası, 45 yıl sonra değişecek değil. Kim bu ateşli gençlik? Antika hacıağalığın taşrada boğduğu, modern Finans-Kapitalin başkentlerde bin bir provokasyonla kana boyadığı gençlik. Alt yanı bir avuç çoluk çocuk! Bunlar sakro-sent devlet hazretlerine kafa tutacaklar ha?
Zorla İntihar
Onun için, bütün gizli oyunları avucunun içi gibi okuması olağan bulunan İ. İ. Paşa, başından değilse bile, yaşından beklenmeyecek yeğniklikte bir uçan öfke ile, tam alı al, moru mor, haykırıyor:
“Üç çocuk devletle pazarlık edecek!.. Çıkarım sokağa, halkı emniyet kuvvetlerine yardıma çağırırım.” Milletçe trajedimizin yayı bu tür düşünce ve davranışların perdesi ardında gizleniyor. Ve ne yazık ki, anlı şanlı “paşalarımız”, o belki çok “iyi dilekli” (kendi sanılarıyla: “Sağduyulu”) düşünceleriyle, bütün kartları karıştırıyorlar. Düşünceden çok davranış durumunda bulundukları için ise, her şeyden önce son kertede titiz oldukları kişiliklerini yıprandırıyorlar.
Yalnız o kadarla kalsalar, pek bir şey denemez. Herkes kendi yanlışının sorumluluğuna katlanır. En gözde ülküleri sayılan Vatan-Millet-Sakarya tutumları gibi, gerçekten ülke, halk, genç kuşaklar ölçüsünde inanılmaz aykırılıklara kapı açıyorlar. Alalım, “paşaların paşa”sının hızlı “çıkarım sokağa” deyimini. Olmayacak şey ya. Çıktı, bilelim. Türkiye insanları antika “reaya” (Osmanlı güdülenleri) değil. En azgın Finans-Kapital giyotini ile her gün kanlı sınıf çelişkilerine bölünmüş.
Bu ortamda Paşa, ya “yuha!”lanır, yahut “tekbir!”lerle karşılanır. İki sonuçta bunalıma çözüm getirir mi? Olası değil.
“Derviş Vahdeti”lik Çıkmaz Sokağ>
Paşa’nın “çıkarım sokağa” çığlığı sosyal ve politik açıdan ne demektir? Bilinçsiz kara kalabalığı kuru lâfla devrimci gençliğe karşı kışkırtacak. “Buna hâcet var mı?” sorusu bir yana dursun. Çünkü bütün Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân ağaları ve çeteleri her günün 24 saatinde yalnız bunu yapıyor. Gene de, zavallı işsizlerden yazdığı aylıklı askerlerini, arkalarına sivil-resmi, gizli-açık binlerce polis ve tabur tabur jandarma dayanakları komadıkça şuradan şuraya yürütemiyor.
“Paşa” kendisinde ayrı bir “kuvve-i kutsiyye” mi buluyor? Olağandır. Ancak “alaylıları mekteplilere karşı” kışkırtmak, 1909 yılında tutmadı başka. 1909 yılı o görev “Volkan”cı Entelicens Servis casusu Derviş Vahdeti’nin “kuvve-i kutsiyye”sine düşmüştü. Hepsini bir yana bırakalım. Gericiliğin, 1971 yılı devrimci güçlerine er geç yenilmeye tarihçe mahkûm bulunduğunu unutalım. Paşalar ne duruma düşerler?
62 yıl önce 31 Mart Vakası günü, şimdiki yüksek öğrenimli asker-sivil gençlerimizden çok daha körpe yaşta bulunan adsız “İsmet Bey”, bir devrimci küçük subaydı. Çağının birlikçi ve ilerici (İttihat ve Terakkici) akımına katıldığı için bir kurtuluş savaşı kahramanı ve en sonunda “kuvve-i kutsiyye”li paşaların paşası olduğunu hangi silâhlı-silâhsız gence tümden unutturabilir? Elbet kendisi de, içinin içinde, beyin yaşlılığı yüzünden, seksenini geçkin í. Í. Paşanın belleğini yitirdiğine inanamaz.
31 Mart Azgınlığı
Daha geçenlerde, kendisi: “Her gün bir 31 Mart yaşıyoruz” diye gocunmuştu. Her halde sevinememişti 31 Mart Vaka’ları önünde. Çünkü biliyor. 31 Mart Vaka’sından on yıl sonra Kuvayımilliye ayaklanışı patladı. Dört yıl sonra 31 Mart’ların temel dayanağı padişahlık (saltanat ve hilâfet) resmen yok oldu. 31 Mart Vaka’ları öylesine tekinsizdirler.
Ama, modern Finans-Kapital derebeyliği kuşku yok, antika tefeci-bezirgân derebeyliğinden daha az sınıf körlüğü illetine tutulmuş olamaz. Paşacıklarımız hiç değilse o kadarcığını görmez, bilmezler mi? Amerikan U.S. üssü yapılmış Türkiye’de yirmi bin Amerikalı ve kırk bin yerli CÍA ajanı, Derviş Vahdeti’lerin rolünü, kimseciğe sıra bırakmaksızın epey başarı ile oynuyorlar. Camilere atılan bombaların hangi “Volkandan fışkırdığını kimse bilmezse, koca í. Í. Paşa eliyle tutmayacak kertede alandan çekilmiş, yahut sekseninden sonraki ikinci çocukluk çağına gömülmüş olmasa gerektir. Hatay’da kışkırtılmış, kamyonlar dolusu aç ve bilinçsiz kara kalabalık nereye koşturuluyor sanılır? “Komünizme karşı” mı? Belki delinmiş kursaklarına bir damla dünya nimeti düşürecek (evlerin, dükkânların ve giyinikçe kişilerin) yağma ve talan edilmesine. Gericilik, “emniyet kuvvetleri” önünde (yani sayesinde) ilerici ve genç linç edilmesiyle keyfinden sarhoş olabilir. Beter olsun. Tarihte her zorbalık öyle mezarını kazmıştır. Mezar kazıcılarını böyle kırmızı balmumu ile çağırıp idmanlandırmıştır. “Devam et”sin.
İ. İ. Paşa’nın genç topçu subaylığından beri zarı zedelenmiş kulağı o “31 Mart” olaylarını işitmemiş görünüyor. Aynı gün ve saatte, paşaların gözleri önünde Ankara başkentinde, jandarma albayının yüreğine iniyor. Kış ortası gece ayazında yurtlarına sığınmış genç öğrenciler üzerine, işkenceyle alınmış ifadeye dayanır. Bir tek ve yapayalnız biricik adliyeci kişiden, acele alınmış hüküm, makineli tüfekler çatırdatılarak yürünüyor.
Parababalığının Suçluluk Kompleksi
Ve ne aranıyor? “Suçlu”! Her üniversite içinde, eğer binlerce değilse, yüzlerce gizli sivil polis, MİT, CÍA ve Entelicens Servis ve ilh., ve ilh ajanları, en ufak kıpırtıyı izlemezmiş gibi, ODTÜ’de aranan kimsenin orada bulunmadığını her an rapor etmemiş gibi. Durup dururken, bedavaya kan dökmek için olmayan “suçlu” kuşatılıyor. Dört Amerikan U.S. işgalci askeri, dört gün karnı tok, sırtı pek, halı kilim üstünde yatırıldı diye, üç genç Türk öldürülüyor, 300 genç Türk yaralanıyor. 3000 genç Türk esir kampında namlu tehdidi altında soğuğa, yağmura bakmaksızın titretilerek siygaya çekiliyor. “Suçlu” kim? İngiliz casusu Derviş Vahdeti’nin omuzdaşı, Alman casusu Şıh “Nursi”nin ruhunu hortlatan, Amerikan casusluğu CÍA emrinde kumpaslar kuran Finans-Kapitalizm. O bin bir yabancı casus ortamı içinde en ufak bağımsızlığını korumayan iktidar: Asker-sivil Genç Türkler cephesine karşı, süngü, kurşun, bomba, helikopter, uçak, tank ve nurculukla silâhlandırdığı bilinçsiz Mehmetçiği ölüm saça saça saldırtıyor. Bu yetmiyor. Çünkü, evdeki pazar çarşıya uymayacaktır. O da iyi biliniyor.
Mandacılığın Suçluluk Kompleksi
İllâ ki, “Paşaların Paşası”dır. Â’li Osman dölünden gelmiş Şahlar Pâdişahı “Essultan İbn’issultan” partavını atarak: “Al Allah delini – zapteyle kulunu” yordamıyla, “çıkarım sokağa ha” diyebiliyor.
Çık be Paşa çık!..
Ama, yakışmıyor her şeyden önce. Çünkü “Geçti o Bor’un Pazarı” gençlik sosyalizme uyandı.
Ve Sivas Kongresi’nde, Türkiye’yi “Amerikan Mandası” yapmak isteyenlere karşı dövüşen “Paşa” Anıtkabirde henüz yaşıyor. Sivas Kongresi’nde bulunmamış olmak, “Amerikan Mandası”na karşı insana bağışıklık sağlamaz. Ve “sokak”ta, Türkiye’yi “manda” gören Amerika U.S. elçisince alkışlanmak iç açıcı (yahut moda edilen sözcükle: “huzur” verici) olur mu? Olmaz. Olamaz.
Bunalım mı? Ne sandın. Ama, “politika” kiremitliğinde yanmış gençliğe, su yerine provokasyon petrolü sıkan itfaiyecilikle, toplum temelindeki bunalım yangını söndürülemez, daha çok alevlendirilir. Bunalım, parababalarının, geniş yaratıcı üretim yerine, insafsız vurgun yapmalarından, işsiz bırakılmış işçi-köylü-aydın çalışkanlarının pahalılık cehennemine itilmelerinden ileri geliyor. Devlet mi? Devleti, parababalarının dış ticaret, döviz, vergi kaçakçılığına teslim etmek kurtarmaz. Devleti alafranga “devalüasyon” adlı para haydutluğuna, borçlar gangsterliğine yataklık edenlerin işkence masası gibi kullandırmak nasıl yıkmaz?”
Yararlanılan Kaynaklar
Ekler
– ASD-Aydınlık Sosyalist Dergi, sayı 22, Ağustos 1970 (TUSTAV)
– PD Aydınlık, sayı 1-15, Ocak 1970 (TUSTAV)
– Türk Solu, sayı 31, 18 Haziran 1968 ve sayı 67, 25 Şubat 1969 (TUSTAV)
– Sosyalist, sayı 5-6-15-20
ASD, Türk Solu, PD Aydınlık Dergileri TÜSTAV sitesinden alınmıştır. TÜSTAV’a teşekkürlerimizle.
www.tustav.org